English French German Spain Italian Dutch Russian Portuguese Japanese Korean Arabic Chinese Simplified

31 Mayıs 2011 Salı

Gün ve Ay İsimleri Nereden Geliyor?


Tavla oynayanlar Farsça altıya kadar saymasını bilirler. (yek, du, se, cihar, penç, şes) Şimdi de yedi sayısını öğreniyoruz. Farsça yedi (heft)dir veya (hefte) Yedi günlük hafta ismi de buradan alınmıştır.
Halen Türkçede kullandığımız gün isimlerinin kökenlerinin neler olduklarını biliyor musunuz?
Cuma Arapça (Toplama, toplanma)
Cumartesi Arapça (Ertesi) Türkçe
Pazar Farsça Ba (Yemek), zar (yer)
Pazartesi Farsça (Ertesi) Türkçe
Salı İbranice (Üçüncü)
Çarşamba Farsça (Cehar) şenbe (dördüncü gün)
Perşembe Farsça (Penç) şenbe (beşinci gün)
Günümüzde kullandığımız ay isimlerinin geldikleri yerler de karışık. Hicri takvimdeki Arabi ay isimlerinin bugün hiçbirini kullanmamamıza rağmen yine de Şubat, Nisan, Haziran, Temmuz ve Eylül aylarının isimlerinin kökenleri Arapça ve Süryanice, Kasım ayının ise Arapça.
İşin daha ilginç yanı bunlardan Şubat, Nisan, Temmuz ve Eylül hemen hemen aynı telaffuzla Yahudi takviminde de yer alıyorlar. Gelin ayların isimleri ve kökenlerine bir göz atalım.
Ocak Türkçe (Kışın evlerde ateş yakılan yer)
Şubat Süryanice
Mart (Latince Mariîus mitolojik isim Mars tan)
Nisan Süryanice
Mayıs (Latice Tanrıça Marianın ayı)
Haziran Süryanice
Temmuz Arapça Süryanice
Ağustos (Latice Roma İmparatoru Augustusun adından)
Eylül Süryanice
Ekim (Türkçe Toprağı ekmekten)
Kasım (Arapça Bölen)
Aralık (Türkçe İki zaman dilimi arası)

Kediler nasıl 4 ayakları üstüne düşer ?


Kediler Kaçıncı Kattan Düşerlerse Dörtayak Üstüne Düşemezler?:D:DvBilimsel olarak izahı biraz zor. Bilime göre düşen bir cisme dışarıdan bir kuvvet uygulayamazsanız, ona açısal bir dönme hareketi kazandıramazsınız. Gerçi bir kule atlayıcısı, havuza düşmeden önce havada birkaç kez takla atar, kendi ekseni etrafında döner ama bu tramplen veya kuleyi terk ederken ayakları ile başlattığı bir dönme hareketidir.
Sırtüstü düşen bir kedi önce bacaklarını kendisine, kuyruğunu da bacaklarının arasına çeker, başını yere bakacak şekilde döndürür. Belli bir noktada tam tersini yaparak bacaklarını ve kuyruğunu açar ve vücudu tam ters yöne, yani yere doğru döner. Böylece paraşüt etkisi yaratarak, hızını da frenler ve inişin yumuşak olmasını sağlar.
Yapılan deney ve gözlemlerde bir kedinin alçak bir yerden düşmesinin, yüksek bir yerden düşmesine göre çok daha fazla hasar yaratacağı tespit edilmiştir. Örneğin yaklaşık bin metre yüksekliğindeki, otuz iki katlı bir binanın tepesinden düşen bir kediye hiçbir şey olmazken, yedi katlı binalardan düşenlerde ciddi sakatlıklar, hatta ölüm vakaları görülmüştür. Bilim insanları bunu da “limiz hızı” ile izah ediyorlar.
Havadan yere düşen cisimler, önce gittikçe artan bir hızla yere düşerler. Sonra kütlelerine bağlı olarak belirli bir mesafede hızdaki bu artış durur ve “limit hız” denilen sabit bir hızla yere düşmeye devam ederler. Yani bir gökdelenenin tepesinden atılan madeni bir paranın yere düşme anındaki hızı ile uçaktan atılan (aynı) paranın hızı arasında bir fark yoktur. İyi ki de yoktur, çünkü bu “limit hız” olmasaydı ve cisimler gittikçe artan bir hızla düşmeye devam etmeselerdi, yağmur damlaları kafamıza kurşun gibi düşebilirlerdi.
Bu teoriye göre yüksekten düşen kediler, yaklaşık saatte yüz kilometre sürate gelince limit hıza ulaşırlar, artık hep aynı hızda düşerler ve stresi atlatıp, kendilerine gelir ve gevşerler. Başlangıçta bahsettiğimiz dönme hareketini yaptıktan sonra, Avustralya’da yaşayan uçan sincapların uçuşuna benzer şekilde, tüm vücutlarını paraşüt gibi kullanarak, yaralanma olasılığını en aza indirerek, yere inerler.
Tabii bütün bu deney sonuçlerı ve teoriler, hayvan hastanelerine gelen kediler göz önüne alınarak ortaya çıkartılmıştır. Yüksekten düşüp de ölen veya alçaktan düşüp, ölmeyip, olay yerini terk eden, her iki şekilde de hayvan hastanalerine uğramamış kedilerin sayıları bilinmiyor.

Güneş Işığında Neden Hapşırırız ?


Parlak güneş ışığına bakan pek çok kişi hapşırır. Niçin böyle bir refleks vardır ve nasıl çalışır? Hapşırmanın temel fonksiyonu bellidir. Sizin nefes yollarınızı rahatsız eden madde veya parçacıkların dışarı atılması. Hapşırmayı kontrol eden merkez beynin lateral medulla denilen bölgesindedir. Bu bölgenin hasar görmesi halinde hapşırabilme yeteneğimizi kaybederiz.
Hapşırma genellikle ‘rahatsız edici’ bir unsurun uyarısıyla tetiklenir. Bu uyarının beyinde ulaşacağı nokta ‘lateral medulla’dır. Bu bilgi beyne burnumuzdaki çeşitli sinirler vasıtasıyla iletilir. Bu sinirlerden biri de trigeminal sinirdir ve çok yoğun çalışan bir trafiğe aracılıketmektedir. Normalde parlak güneş ışığının yalnızca göz bebeklerinin küçülmesini tetiklemesi gerekirken burun kaşındırıcı impulsları ileten komşu bölgelerdeki nöronlar da aynı şekilde etkilenebilmekte. Gözbebeklerinin küçültülmesi sinyali bu nedenle bazen hapşırmaya neden oluyor.

Kuşlar nasıl konuşabiliyorlar ?


Bazı Kuşlar Nasıl Konuşabiliyor ?Sadece papağan ve muhabbet kuşları değil, üzerinde uğraşıldığında kargalar, kuzgunlar, saksağanlar ve sığırcıklar da konuşabilirler. Hatta bir kaç kelime söyleyebilen serçe ve kanaryalar bile kayıtlara geçmiştir.
Aslında bu, kuşların yaptıkları konuşma değil, sesleri ezberlemeleri ve taklit etmeleridir. Her insan ağzı ile konuşur ama konusabilmeyi sağlayan asıl organ beyindir. Beyinde oluşan düşünceler daha sonra dilimize ve dudaklarımıza aktarılır. Hayvanlar bu nedenle konuşamaz. Papağan ve benzeri kuşların yaptıkları da konuşma değil, mükemmel bir ses tınısı ezberi ve tekrarıdır.
Kuşların ses organlarının memeli hayvanlardan çok farklı olarak gırtlakta değil de göğüs kafeslerinin dibinde, karın boşluğunun derinliklerinde yer alması kuşların bu ses taklit özelliklerini daha anlaşılmaz bir hale getirmektedir. Ses organlarının bu yeri dolayısıyla tavuk, ördek gibi bazı kuşgiller kafaları kesildikten sonra da ötmeye devam ederler.
Bu ses taklit yeteneği bazı kuşların doğasında vardır. Tabiatla içice yaşarken diğer kuşların seslerini taklit edebilmeleri sayesinde onlarla daha iyi iletişim kurabilmişler ve çevreye daha iyi uyum sağlayabilmişlerdir.
Konuşma denilince ilk akla gelen kuş olan papağanlar Avrupa’ya ilk olarak Büyük İskender tarafından Hindistan’dan getirilmişlerdir. Papağanlar arasında en iyi konuşan tür olan Afrika Papağanları’nın gelişi ise daha sonradır. Muhabbet kumarı 19. yüzyılın ortalarında Avustralya’dan Avrupa’ya getirilmişlerdir. Papağanlar insan isimleri, selam, emir ve soru sözcüklerini öğrenmekten hoşlanırlar. Bir papağan 500-600 kelime öğrenebilir. Zamanla bazı kelimeleri unutur ve yerine yeni kelimeler öğrenir.
Papağanların insan seslerini ve hayvanların bağırışlarını son derece benzeterek taklit etme ve parmaklarını kullanabilme yeteneklerine rağmen çok gelişmiş bir tür oldukları söylenemez. Uzmanlara göre papağanlar, ruhsal bakımdan kargagillerden daha az gelişmişlerdir.

Dünyanın en uzun filmi



Gerard Courant tarafından 150 saat uzunluğundaki Cinematon dünyanın en uzun filmi kabul ediliyor. 1978 – 2010 yılları arasında 32 yılda çekilen film 2000′den fazla 3 dakika 25 saniye uzunluğunda sessiz bölümden oluşuyor. Her bölüm bir kişinin verilen zaman içerisinde ne isterse yapmasından oluşuyor. Filme katkıda bulunan ünlüler arasında yönetmenler Barbet Schroeder, Ken Loach, Sam Fuller, Jean-Luc Godard, Terry Gilliam, satranç ustası Joel Lautier ve oyuncular Roberto Benigni ile Julie Delpy’de bulunuyor. Yönetmenin en sevdiği oyuncusu ise 7 aylık bir bebek olmuş.

Kendimizi Neden Gıdıklayamayız ?


Gıdıklanma konusunda duyarlı hastaları muayene ederken doktorlar hastanın elini kendi elleri üzerine yerleştirerek gıdıklanma hissine engel olurlar. Bu nasıl olmaktadır? Çünkü gıdıklanmaya ne kadar duyarlı olursanız olun, kendinizi gıdıklayamazsınız.
Bunun nedeni beynimizin etrafımızda olan bitenleri takip ederken pek çok hissimiz arasında en önemli olanları hissetmeye programlanmış olmasıdır. Mesela oturduğunuz sandalyeyi veya ayağımıza giydiğimiz çorabı özellikle onları düşünmediğimiz sürece hissetmeyiz ama omzumuza dokunan bir el hemen bizi irkiltecektir.
Beynin bu ‘hisleri ayırt etme’ fonksiyonunu sürdürebilmesi için bizim temasımızı başkalarının temasından ayırt etmeye yarayan bir sinyal üretmesi gerekmektedir. Bu fonksiyonu gerçekleştiren ise beyinciktir. Yaklaşık 110 gram ağırlığındaki bu organ, kendi eylemlerimizin yaratacağı hisleri tayin eden yerdir. Beklenen veya beklenmeyen reaksiyonları ayırt etme işi beyinciğe aittir.
Beyincikten gelen sinyallere göre, beyin bu hissin önemli olup olmadığına karar verir. Gıdıklanma hissi abartılmış bir refleks olmakla birlikte, eğer size dokunan gene size ait bir organsa, beyin bu gıdıklanmanıza değil, dokunduğunuz organdan (mesela elinizden) gelen hislere öncelik verecektir.

Damarlarımızın uzunluğu ne kadar?



Vücudumuzdaki tüm damarların uç uca eklenmesi halinde toplam uzunluğunun 160.000 km olduğu uzmanlarca belirtiliyor. Yani, Dünya’nın çevresini bir değil, dört kez dolaşacak uzunlukta. Dolaşım hızına gelince, kanın değişik organ ve dokulara ulaşması, farklı hızlarda ve karmaşık bir örüntüye göre gerçekleştiğinden, örneğin tek bir kırmızı kan hücresi saniyede şu kadar yol alır diye bir genelleme yapılamıyor. Bununla birlikte vücudumuzdaki tüm kanın birkaç dakika içinde sistem içinde dolaşıp oksijenlenmesini tamamladığı söylenebiliyor.

İnternet Türkiye'ye nasıl ve ne zaman geldi ?



12 Nisan 1993 yılında Ankara ile Washington arasında kurulan bir bağlantı sayesinde internet Türkiye'ye gelmiş oldu.

1987 yılında kurulan Türkiye Üniversite ve Araştırma Kurumları Ağı (TÜVAKA) internetin yerel şekliydi. Sadece ağlar arasında bağ kuruluyordu fakat 12 Nisan 1993 yılında Ankara ile Washington arasında kurulan bir bağlantı sayesinde internet Türkiye'ye tam olarak geldi.

Yine 1993 yılı içerisinde ODTÜ ve Bilkent üniversiteleri ilk Türk web sitelerini açtı. 1994 yılında da kurumlara ve firmalara internet hesapları verilmeye başlandı.

26 Mayıs 2011 Perşembe

Nane nasıl ferahlama hissi verir ?


Nane insanlar tarafından sıkça tüketilen ve ağızda bıraktığı o muhteşem ferahlık sayesinde bir çok kez merak edilen bitkiler arasındaki yerini almaktadır. Özellikle gelişen sakız ve şeker sektöründe neredeyse tüm reklamların oyuncusu haline gelmiş olan nane nasıl oluyorda ağızda bir ferahlık hissini verebilir? Bu ferahlık hissini sağlayan nanaler mi yoksa fabrikaların naneler içine yerleştirdiği kimyasallar mı? Yoksa nananin böyle bir işlevi olmamasına karşın insanlar bu misyonu naneye mi yüklemektedirler?
Naneler kullanıldıktan sonra insanın ağzında ferahlık hissi veren maddelerdir. Bu bir his değil bilimsel bir gerçektir. Bu bilimsel gerçeğin ispatlanması uzun süren bir araştırma sonucu değildir. Nanaler içinde bulundurdukları mentol ile bu ferahlık hissini bizlere verebilmektedir. Bu hissin oluşumu aynı kolanyanın elimize döküldükten sonra buharlaşması ile oluşan soğuma hissinin aynısıdır. Bu his sonrasında bir alkol olan mentol dilimizden hızlı bir şekilde buharlaşır. Gerçekleşen bu endotermik olay sonrasında bir ferahlama hissi tüm ağızı hızlı bir şekilde kaplamaktadır. Bu his nanenin içinde bulundurduğu mentolün bitmesi ile son bulur.
Son yıllarda sakız ve şeker üreticileri yaptıkları yapay mentol aramosı ile daha uzun süre ve etkili ferahlama imkanını sunmaktadır. Bu aşamada sakız ve şeker içinde kullanılan mentol ne kadar fazla olur ise ferahlama da o kadar fazla olacak ve uzun sürecektir. Uzun sürme arttıkça kişilerin bu ürünlere olan ilgileride artmaktadır.

Kahvaltıların vazgeçilmezi çayı kim keşfetti ?



Çaysız bir dünya nasıl olurdu acaba? Çay keşfedilmeseydi, çaydanlık, çay fincanı, kaşığı, işyerlerinde çay paydosu, şehirlerarası otobüslerde çay molası olamazdı. Şükür ki çay milattan önce 2737 yılında büyük Çin imparatoru Shen Nung tarafından tesadüfen de olsa keşfedildi.
Shen Nung bir gün bahçede ağzı açık bir kapta su kaynatırken çalılıklardan bir kaç yaprak kaynayan suyun içine düştü. Nung yaprakları suyun içinden toplayamadan yapraklar suda kaynamaya, hoş bir koku etrafa yayılmaya başladı. İmparator merak edip suyun tadına bakınca çay keşfedilmiş oldu.
İmparatorun kendi keşfi hakkındaki düşüncesi çayın susuzluğu bastırdığı, harareti giderdiği ve uykuya olan isteği azalttığı şeklindeydi. Çay ismi de Çincedeki “ça”dan geliyor. Benzer şekilde çaya Ruslar “chay” Araplar “shaye” Japonlar “cha” diyorlar.
Çay bugün dünyada sudan sonra en çok içilen içecektir. Avrupa’ya gelişi 1610 yılını buldu, başlangıçta da ilaç muamelesi gördü. Halbuki o yıllarda çay Orta Asya’da o kadar değerliydi ki çay balyaları ticarette para yerine geçebiliyordu.
Çayın Avrupa’ya geldiği ilk yıllarda tüccarlar satışını ateş düşürücü, mide ağrısı giderici, romatizmayı önleyici bir ilaçmış gibi yaparlarken, doktorlar biraz daha ileri giderek çaydan yapılan iksirin tüm hastalıklara karşı direnç kazandırdığını ve yaşlanmayı geciktirdiğini ileri sürüyorlardı.
Zamanla bu sefer de çayın aleyhine görüşler yayılmaya başladı. Fransız fizikçiler çayı asrın en münasebetsiz yeniliği diye nitelendirirlerken bir Alman doktor da 40 yaşından sonra çay içenlerin ölüme daha yakın olacaklarını iddia ediyordu.
İngiltere’de ise çay içmek alışkanlık haline gelince kadın dergileri ev kadınlarının çay yüzünden ev işlerine soğuk bakmaya başladıklarını, ekonomistler ise çalışmaya harcanacak zamanın çay içmekle tüketildiğini ileri sürdüler. Ancak bunların hiçbiri çayın dünyanın en favori içeceği olmasını önleyemedi. Miktar tam olarak bilinemiyor ama dünyada senede 2 milyon ton civarında çay tüketildiği tahmin ediliyor.
Günümüzde çayın yaygınlaşmasına en çok etki eden faktör poşet çayın icadıdır. Her ne kadar icadının tam farkına varmasa da poşet çayın mucidi Thomas Sullivan’dır. Kahve ve çay ticareti ile uğraşan Sullivan, müşterilerine sık sık çay örnekleri gönderiyordu. Başlangıçta bu iş için teneke kutuları kullanırken, sonradan elde dikilmiş ipek torbaların bu iş için daha pratik ve ucuz olacaklarını düşündü.
Çok geçmeden siparişler başladı ama şaşırtıcı olan esas malı değil torba içindeki örnek çayları sipariş etmeleriydi. Müşteriler torbaların çayın kaynamasını kolaylaştırdıklarını keşfetmişlerdi. Çayın torba (poşet) içinde satımı o kadar geliştirildi ki Batı ülkelerinde tüketim oranı toplam çay tüketiminin yarısına ulaştı.

24 Mayıs 2011 Salı

Ses duvarını aşan ilk icat




Kırbaç 7000 yıl önce Çin’de icat edildi, fakat kırbaç “şaklaması”nın, kırbacın sapına çarpan derinin sesi olmayıp, mini bir ses duvarı patlaması olduğunun anlaşılması ancak 1927′de yüksek-hızda fotoğrafçılığın icadıyla mümkün oldu. Kırbaç şaklaması, kırbacın vurulması anında kendi etrafında katlanmasıyla oluşan halkadan kaynaklanır.
Bu halka kırbaç boyunca ilerler ve kırbaç uca doğru iyice inceldiğinden halka gittikçe hızlanarak başlangıçtakinin 10 katı hıza ulaşır. “Şaklama” halkanın saate 1194 km hıza ulaşarak ses duvarını aştığı anda gerçekleşir.
Pilotluğunu Chuck Yeager’ın yaptığı Bell XI, 1947′de sesi duvarını aşan ilk uçaktı. Bu uçak, 1948′de 21.900 metre yükseklikte saatte 1540 km hıza ulaştı ve bu hâlâ tüm zamanların en hızlı dokuzuncu insanlı uçuşudur.
En hızlı insanlı uçuş rekoru hâlâ, 1967′de 31.200 metre yükseklikte saatte 6389 km hıza ulaşan X-15A’nındır.
Dünya üzerinde bir insanın en hızlı yolculuğu ise Apollo-10′un 1969′da atmosfere yeniden girişi sırasında gerçekleşti. Bu aracın hızı kayıtlara saatte 39.897 km olarak geçti.

Uyumazsak ne olur ?



Hayatımızın 1/3’ü uyumakla geçiyor. Napolyon ve Florence Nightingale bir gecede ortalama 4 saat uyurken, Thomas Edison uyumanın sadece zaman kaybı olduğunu savunuyordu. Peki, o zaman neden uyuma ihtiyacı duyuyoruz? Bu soru yüzyıllar boyunca bilim adamlarının merak ettiği ancak cevabını kesin olarak veremedikleri bir sorudur. Bazıları uykunun günlük aktiviteler sırasında harcanan enerjiyi geri kazanmak için gerekli olduğunu savunuyor.
Ancak şaşırtıcı bir gerçek de şu yönde: 8 saatlik uyku esnasında depolanan enerji sadece 50 Kcal; yani yediğiniz bir tostun verdiği enerjiyle aynı.
Uyuyoruz çünkü konuşma, hafıza ve esnek düşünmeyle ilgili değerlerimizin normal ölçülerde seyretmesi için uykuya ihtiyaç duyuyoruz. Diğer bir deyişle, uyku beyin gelişimi üzerinde önemli bir etkiye sahip.


Uyumazsak ne olur?
Uyumanın önemini anlamak için uyumazsak başımıza neler gelir onları düşünün. Uyku eksikliği beynin çalışmasını ciddi ölçüde etkiler. Unutkanlık, dalgınlık, kendini rahatsız hissetmek yaşanması muhtemel durumlardandır. Sadece bir gece uykusuz kalındığında konsantrasyon büyük ölçüde azalır ve istediğimiz şeye odaklanmada büyük zorluk çekeriz.
Sürekli olarak yetersiz uyku ile ayakta kalmaya çalıştığımızda, beynin konuşmayı, hafızayı, planlamayı ve zaman algısını kontrol eden bölümü ciddi bir şekilde sekteye uğrar ve kendini “kapatır”.
Uykusuzluk sadece bilişsel aktiviteleri değil aynı zamanda duygusal ve fiziksel halimizi de etkiler. Uyku apnesi gibi aşırı uykusuzluktan kaynaklı hastalıklar başımıza bela olabilir. Araştırmacılar uykusuzluğun kilo almayla da yakından ilişkili olduğunu belirtiyor. Çünkü kilomuzu korumak için gerekli olan kimyasal maddeler uyku esnasında salgılanıyor.

Ay neden bazen gündüz de görünür ?



“Ay sadece gece görülebilir” düşüncesi yanlıştır. Ay ve yıldızlar gündüzleri de  periyotuna bağlı olarak tepemizde bulunur. Ama güneşin atmosferimizde yansıyan ışınları onları görmemize sebeb oluyor.
Ay dünyamıza çok yakın olduğundan gökyüzünde görüntü olarak yıldızlardan çok büyük görünür. Eğer konumuna göre güneşten iyi ışık alabilirse gündüzleri de gökyüzünde rahatlıkla görünebilir. Ayın yüzeyi bir asfalt yol yüzeyi gibi yansıtıcıdır. Koyu renktedir ama tam siyah da değildir. Biz gökyüzünde aya baktığımızda sadece onun güneşten yansıttığı ışığı görüyoruz. Güneş kadar ışık saçmıyor ama yine de gökyüzündeki en parlak yıldızdan 100.000 kat daha fazla ışık yansıtabiliyor.
Gündüz havanın aydınlığı yıldızların parıltısını yok eder. Aslında parlak yıldızların olduğu bölgede gökyüzünün parlaklığı da biraz daha farklıdır ama bu farkı pek algılayanlayız. Ama ayın olduğu bölgede ışık yeterli ise geceki gibi çok parlak olmasa da onu görebiliriz. Hatta hava şartlarının olumlu olduğu durumlarda hava aydınlıkken Venüs gezegenini bile görebiliriz.
Güneşi büyük bir ampul, ayı da büyük bir ayna olarak düşünebiliriz. Bazı durumlarda ampulün ışığını doğrudan görmesek bile, aynanın yansıttığı ışığını görebiliriz. Bu, geceleri olan durumdur. Güneşi göremeyiz, çünkü dünyamız ondan gelen ışığı bloke etmiştir. Ayı, yani aynadan yansıyan ışığını görebiliriz. Ampulü de, aynayı da birlikte gördüğümüz durum ise ayın gündüz görünme durumudur.
Genellikle ‘ayın karanlık yüzü’ diye kullanılan deyiş şekli yanlıştır. Doğrusunun ‘ayın arka yüzü’ olması gerekir. Ayın dünyamız etrafındaki dönüş süresi ile kendi etrafındaki dönüş süresi hemen hemen aynı olduğundan, biz ayın hep bir yüzünü görürüz ama ay dünya ile güneş arasındayken bize bakan yüzü karanlık, güneşe bakan arka yüzü aydınlıktır.

Saçlar Sürekli Uzarken Kaşlar Neden Uzamıyor ?


Vücudumuzdaki kıllar (saç, kaş, kirpik, vücut kılları, vs.) yer aldıkları bölgelere göre farklı görevlere sahiptir ve farklı boylardadır. Saçlarımız bir metrelik bir uzunluğa bile erişebilirken, kaşlarımız oldukça kısadır. Saçlarımız ve kıllarımız, "keratin" adı verilen bir ...proteinle dolu olan ölü hücrelerden oluşurlar. Derinin hemen altında bulunan köklerine de, "folikül" adı verilir.

Vücudumuzda çeşitli bölgelerde bulunan kılların boyları, genetik olarak programlanmıştır. Bu nedenle hepsi, belirli bir uzunluğa kadar uzarlar ve bu "son uzunluğa" eriştikten sonra da periyodik olarak dökülürler. Ancak yaş etkisiyle, saç ve kıl köklerinin bu programlı büyümesinde bozulmalar görülebilir. Yaşlılarda kaşların normalden daha uzun olması, bu nedenledir.

Saçlarımızın gövdesi boyunca ölü hücreler bulunur. Saçın dış kısmı sert yapılı proteinlerden, iç kısmı ise uzayabilen esnek liflerden oluşur. Saçta herhangi bir sinir hücresi bulunmaz. Bu nedenle, saç kökleri, saçın ne denli uzun olduğuna dair bir bilgiye sahip değildir. Sadece saçların belirli bir "son uzama" sınırı vardır –ki kişiye veya cinsiyete göre değişir-, ve saçlar bu uzunluğa gelip de ömürlerini doldurduktan sonra dökülürler.

Mucizevi Anne Sütünün Zamanlaması!




 Anne sütü, hamilelikte gelmez iken çocuk doğduktan sonra nasıl geliyor?  Anne sütünü özel bir hormon olan Prolaktin üretir. Beyinin hipotalamus bölgesi bu hormonun salgılanmasını engelleyen bir hormon salgılar. Bu hormona da PIH(Prolaktin Engelleyici Hormon) denir. Bu hormon anne sütünü üreten Prolaktin hormonu üretimini epey yavaşlatır.... Peki neden PIH(Prolaktin Engelleyici Hormon) üretimi durdurk yere artıyor? Yine hamilelik döneminde üretilen östrojen isimli bir hormon, beyine(hipotalamusa) PIH üretmesini söyler. Bebek doğdukdan sonra östrojen üretimi dolayısıylada PIH üretimide azalır. Gitgide çoğalan Prolaktin hormonlarıda süt bezlerini harekete geçirir. Böylece anne artık süt üretmeye başlar.

Kutuplardaki Hayvanlar Neden Beyazdır ?


Kutuplarda yaşamlarını sürdüren bir çok hayvan beyaz rengi ile dikkat çekmektedir. Bunun bir çok nedeni vardır. Yazımız da kutuplarda yaşayan hayvanların neden beyaz olduğu konusuna değineceğiz. Nedenlerini tek tek ele alacağımız yazımız da bir çok ayrıntıyı ele alacağız. Kutuplar hayvanların yaşamlarını oldukça zor hale getiren hava durumlarının oldukça olumsuz olduğu alanlardır. Bu olumsuzlukların sıcaklık olması yaşamı daha da olumsuz şekilde etkilemektedir. Sıcaklığın hızlı düşüşü sonucunda ise vücuda ve deriye renk veren madde melanin çalışmaz bir hale gelmektedir.
Bunun sonucunda ise bu hayvanlar beyaz renkli olarak yaşamlarını sürdürmektedir. Ayrıca beyaz renk uzun süre yaşamın havyanlara kazandırdığı kalıtsal bir özellik olarak bilim araştırmaların da yerini almıştır. Daha kolay bir şekilde avlanma ve saklanmayı sağlayan beyaz renk kutuplarda hayvanlara büyük bir kolaylık sağlamaktadır. Beyaz yeryüzü üstünde beyaz renkli hayvanların farkedilmesi pek mümkün olmayacaktır.
Fakat tüm bu nedenlere rağmen bu bölgelerde yaşayan bazı hayvanlar ise beyaz rengin dışında farklı renklerde görülebilir. Bunun nedeni ise dişilerin erkekler tarafından erkeklerin ise dişileri tarafından daha kolay farkedilmesini sağlar. Bunun sonucunda ise türün devamı başarılı bir şekilde sağlanmış olmaktadır. Daha renkli ve daha fazla dikkat çeken unsuru üzerinde bulunduran bu hayvanlar türün devamı için avlanmayı göze alırlar.

Soğan doğranırken niçin gözler yaşarır ?



Soğan besleyici bir gıda olmasının yanı sıra müthiş bir aromatik özelliğe de sahiptir. Bu aromada içindeki kükürtlü maddelerin büyük etkisi vardır, ancak aroma tek başına kükürtlü maddelerden kaynaklanmamaktadır. Soğan ve sarmısakta sülfür ihtiva eden aminoasitlerin türevleri de vardır.
Bir soğanı kestiğinizde bunlardan 'S1 propenylcysteine-sulphoxide' adı verilen kısım çözülür ve gözlerimizi tahriş eden 'proponal-S oxit' adlı kısmı ortaya çıkar. Kimya ilminin karışık kelimeleri aklımızı karıştırmadan esasa geçersek, bu maddenin gözümüze değmesi ile bir çeşit hidroliz olur ve içinde eser miktarda bulunan sülfrik asit gözümüzü yakar ve yaşarmasına neden olur.
Bu bileşimler çok dengeli değillerdir. Örneğin çok düşük bir ısı işlemi sonucunda dahi tamamen yok olurlar. Bu nedenle de pişmiş soğanda hiç bulunmazlar ve göz yaşartamazlar. Soğan doğrarken gözlerinizin yaşarmaması için önerilen birçok önlem vardır.
Önce en ciddisini söyleyelim. Bazı aşçılar soğanı kesmeden önce ıslatmayı, keserken de ıslak tutmayı veya soğanı çeşmeden akan suyun altında kesmeyi öneriyorlar. Bir başka görüş ise soğan doğrarken ağızdan nefes almayı tavsiye ediyor. Bu görüşe göre gaz nefesimizle birlikte burnumuza girip gözümüze yaklaşmak yerine doğrudan ciğerlerimize girer ve çıkarmış. Bunu sağlamak için de dişlerimizin arasına bir metal kaşık koymak yeterliymiş.
Soğan doğrarken gözlerin yaşlanmasını önlemek için, dudaklar arasında bir limon dilimi, dişler arasında bir kesme şeker veya dörtte bir dilim ekmek bulundurmayı önerenler de var. Böylece ağzımıza alacağımız bu gibi şeylerin, aldığımız nefesteki sülfür gazını emdiğini iddia ediyorlar.
Diğer görüşler ise, soğanın doğranılmasına tepesinden başlanılması ve cücüğünün en sona bırakılması veya soğanın doğramadan önce yarım saat buzdolabında tutulması şeklinde. Soğan doğrarken deniz gözlüğü veya kontakt lens takılmasının faydalı olacağını ileri sürenler de var.

Saat Neden Sol Kola Takılır ?






İnsanlar bu soruya farklı farklı cevaplar vermektedir. Fakat şuan günümüzde geçerli ve insanlar tarafından bilinen cevap, sağ elini kullanan insanların bu eli ile birden fazla işi yaptıkları ve hareketli oldukları nedeniyle saatlerini sol ellerini taktıkları cevabını vermiştir. Mantıken bakılınca verilen bu cevap doğrudur. Oldukça fazla hareketli olan sağ elde bulunan saatlerin zarar görmesi kaçınılmaz bir olaydır. Peki sol ellerini kullanan kişiler neden saatlerini yine sol ellerini takmaya devam etmişlerdir? Bu soruya cevabı ise tarih bilimcileri yaptıkları araştırmalar ile vermektedirler. Yapılan araştırma da insanlar tarafından kullanılmaya başlanan ilk saatlerin kolsuz ve zincirli olduğu görünmektedir. Bu saatlerde saat ayarlama vidaları tam 3 hızasında bulunmaktadır. O dönemde yapılan saatler sürekli sorunlar çıkarmakta ve yeniden kurma ihtiyacı duymaktadır. Bu nedenle insanlar hem daha kolay olması açısından saatlerini sol elleriyle tutarak kurmakta ve sağ elleri yardımıyla vidaları çevirmektedirler.
Bu olayların sonrasında ise kordonlu saatlerin çıkması bu alışkanlığın devam etmesine ve insanların saatlerini sol kollarına takmasına neden olmuştur.

Hamam Böceklerinin Radyasyondan Etkilenmedikleri Doğru Mu?





Hamam böceklerinin kitinden oluşan dış vücut örtüleri, radyoaktif alfa ışınlarını bloke etme özelliğine sahip. Ancak diğer radyoaktif ışımalar için aynı şey geçerli değil. Yani, hamam böcekleri çok yüksek miktarlarda radyasyona karşı direnç gösterebiliyorlar, ancak radyasyona karşı tamamen dirençli değiller.
Böcek bilimciler, yaptıkları bazı çalışmalarla, hamam böceklerinin radyasyona direnç miktarını sayılara dökmeyi de başarmışlar. Buna göre, normal bir insanın dayanabileceği güvenli radyasyon üst sınırı 5 rem iken, insanlar için öldürücü doz 800 rem olarak kabul ediliyor. Hamam böceklerindeyse, türe bağlı olarak öldürücü dozun 67.500-105.000 arasında değişebildiği görülmüş. Bu değer, neredeyse termonükleer bir patlamaya eşdeğer.

60 Yıl Kullanılmayıp Daha Sonra Dünyada Devrim Yapan Buluş: Jiroskop



Her yönde dönen ve yalnız kütle merkezi sâbit olan bir kütle veya tekerlek. Gemilerin hareketini kontrol için kullanıldığı gibi silâh yörüngesi kontrolünde ve yön tâyininde de kendisinden faydalanılır. Esas olarak jiroskop bir tekerlek veya dönen bir silindir rotor ve eksenden ibârettir.

Fransız Jean Bernard Leon Foucault 1852’de dünyânın döndüğünü göstermek için yaptığı bu âlete jiroskop ismini vermiştir. Ancak devamlı dönmeyi tatbik edecek bir teknik meydana gelmediğinden yaklaşık olarak 60 yıl jiroskop matematikçilerin oyuncağı olarak kalmıştır. Gemilerde çelik kullanılması arttıkça magnetik pusulaya güven azalmış ve jiroskopik pusula önem kazanmıştır. Önce Almanya’da ve daha sonra Amerika Birleşik Devletlerinde uygulama sahası ortaya çıkmıştır. Gemi ve uçakların hareketlerini kontrol etmek için jiroskopik âletler geliştirilmiştir. Gemilerde yalpa hareketlerini önleyen jiroskoplar ayrıca torpidolara da yön vermek için kullanılır. 1943’te deniz toplarının yönlendirilmesinde istifâde edilmiştir. İkinci Dünyâ Harbi jiroskopun hızla gelişmesini zorlamıştır.

Uçaklarda otomatik uçuş kontrolünde ve rota tesbitinde önemli kullanış alanına sâhiptir. Yeraltında ise petrol kuyularının ekseninin şaşmaması önemli durumlarda jiroskoplarla sağlanır.
Roket füze ve güdümlü nükleer füzelerin hassas hız ve ivme ölçümlerinde jiroskop vazgeçilmez bir vâsıtadır. Ölçümlerde kullanılan hassas âletlerin yalnız harekete âit değerleri ölçmesi istenildiğinden dolayı yerçekimi etkisinin gözönüne alınmaması gerekir. Bu ise jiroskop ile sağlanır. Böylece ölçümün yerçekimine dik olarak yapılması gerçekleştirilir. Ölçü âletlerinin konulduğu tablanın kullanılan bir kaç jiroskopla yatay iki eksen etrafında kararlılığı sağlanır.

Erkek Bebekler Neden Mavi Giyer ?





Bu gelenek aslında yüzyıllar önce ortaya çıkan bir inanış biçimin bir sonucudur. Bu inanış biçimi insanların yaşam şekillerini etkilerken aynı zamanda yeni doğan çocuklarının da bu inanış biçimine göre yaşamasına neden olmuştur. Bu yaşamsal biçim önceden gelen inanışın bir sonucu bir gelenek olarak günümüze kadar gelmiştir.
Yüzyıllar önce insanlar özellikle inanış biçiminden başlarına gelebilecek tehlikeleri önlemek için bir çok yola başvurmuşlardır. O dönemde özellikle şeytanların varlığına ev insanlara zarar verebileceğine inanan insanlar buna karşı önlemler almaya başlamıştır. Şeytanların özelikle küçük yaştaki çocuklara ve bebeklere girerek onların ruhlarını ele geçireceğine inanan insanların bir çok farklı yönteme başvurmuşlardır. Bu yöntemlerden en önemlisi ise çocukların ve bebeklerin giysilerinde tercih edilen renkler olmuştur.
Şeytani güçlerin gök mavisiyle kovulduğu inancınında hakim olması ile yeni doğan bebeklerin bu renkle giydirilmesi bir inanış haline döndü. Neslin devamının erkekler tarafından sağlandığı gerekçesiyle ortaya çıkan bu inanış sadece erkek çocukların ve bebeklerin mavi üstlerle giydirilmesini öngörüyordu.
İlerleyen yıllarda gelenek haline gelen bu durum insanların sürekli tercih ettiği bir durum haline gelmeyi başardı. Fakat kız çocuklarınında erkekle aynı öneme sahip olması ile onlara özel bir renginde olması gerektiği düşünüldü. Özellikle renkli çiçeklerin bir çoğunun kırmızı ve tonlarının olması kız çocukların bu renklerle giydirilmesine neden oldu. Yani erkeklerin mavi
giyme geleneği uzun yıllar sonra kız çocuklarınında farklı giymesine neden oldu.

Yasaklanmış ve Delirten Enstrüman: Glass Armonica


18.yy da Benjamin Franklin tarafından bulunan "Glass armonica" enstrüman dan çıkan notalar yüzünden müzisyenler ve dinleyicilerin delirdiği gözlendiği için tamamen yasaklamıştır(yada korku yüzünden insanlar çalmayı bırakmıştır). Armonica dan çıkan sesin insan beyni ve kulaklarıyla bilinmeyen bir etkileşimi olduğu varsayılıyor çünkü çıkan ses 1000 ve 4000 hertz aralığında. 4000 hertz altında sesleri insan beyni sağ ve sol kulak arasındaki tam nirengi noktası bulamadığı "katman/safha farklılığına"(phase differences) yol açıyor. Yani sesin nerden geldiğini anlayamayan beyin ambale oluyor buda duyma problemlerine yol açıyor. Bazı insanlarda deliliğe, depresyona ve birbirleri arasında iletişimde kavgaya kadar götürdüğü söyleniyor.

19 Mayıs 2011 Perşembe

Dünyanın en çok söylenen şarkısı hangisidir?




Bu şarkı "Happy birthday to you" dur. Şarkının asıl kaynağı Amerika'lı iki kız kardeşe aittir. Orijinal adı " Good Morning to All" yani "hepinize günaydın"dır. Daha sonra güftesi değiştirilerek bütün dünyaya yayılmıştır. Fakat telif hakkı kardeşlere aittir, onlardan sonra da Wagner/Chappel müzik şirketine geçmiştir. Müzik ticari amaçlı kullanıldığı zaman şirkete ödeme yapma zorunluluğu vardır

DEPREM VE TÜRLERİ



Depremler oluş nedenlerine göre degişik türlerde olabilir. Dünyada olan depremlerin büyük bir bölümü yukarıda anlatılan biçimde oluşmakla birlikte az miktarda da olsa baska doğal nedenlerle de olan deprem türleri bulunmaktadır. Yukarıda anlatılan levhaların hareketi sonucu olan depremler genellikle "TEKTONİK" depremler olarak nitelenir ve bu depremler çoğunlukla levhalar sınırlarında olusurlar.Yeryüzünde olan depremlerin %90'ı bu gruba girer.
Türkiye'de olan depremler de büyük çoğunlukla tektonik depremlerdir. İkinci tip depremler "VOLKANİK" depremlerdir. Bunlar volkanların püskürmesi sonucu oluşurlar.Yerin derinliklerinde ergimiş maddenin yeryüzüne çıkışı sırasındaki fiziksel ve kimyasal olaylar sonucunda oluşan gazların yapmış oldukları patlamalarla bu tür depremlerin maydana geldiği bilinmektedir. Bunlar da yanardağlarla ilgili olduklarından yereldirler ve önemli zarara neden olmazlar. Japonya ve İtalya'da olusan depremlerin bir kısmı bu gruba girmektedir. Türkiye'de aktif yanardağ olmadığı için bu tip depremler olmamaktadır.
Bir başka tip depremler de "ÇÖKÜNTÜ" depremlerdir. Bunlar yer altındaki boşlukların (mağara), kömür ocaklarında galerilerin, tuz ve jipsli arazilerde erime sonucu oluşan boşlukları tavan blokunun çökmesi ile oluşurlar. Hissedilme alanları yerel olup enerjileri azdır fazla zarar getirmezler. Büyük heyelanlar ve gökten düşen meteorların da küçük sarsıntılara neden olduğu bilinmektedir.
Odağı deniz dibinde olan Derin Deniz Depremlerinden sonra, denizlerde kıyılara kadar oluşan ve bazen kıyılarda büyük hasarlara neden olan dalgalar oluşur ki bunlara (Tsunami) denir. Deniz depremlerinin çok görüldüğü Japonya'da Tsunami'den 1896 yılında 30.000 kisi ölmüstür.

Mors Alfabesi



"1843 te Amerikalı bir ressam olan Samuel Morse, nokta ve çizgiden oluşan bir alfabe geliştirdi ve böylece hala kullanılmakta olan Mors alfabesi ortaya çıktı."
-->1843 te Amerikalı bir ressam olan Samuel Morse, nokta ve çizgiden oluşan bir alfabe geliştirdi ve böylece hala kullanılmakta olan Mors alfabesi ortaya çıktı. 

A -> .- -> di da
B -> -... -> da di di dit
 C -> -.-. -> da di da dit
D -> -.. -> da di dit
E -> . -> dit
F -> ..-. -> di di da dit
 G -> --. -> da da dit
H -> .... -> di di di dit
 I -> .. -> di dit
J -> .--- -> di da da da
 K -> -.- -> da di da
 L -> .-.. -> di da di dit
M -> -- -> da da
 N -> -. -> da dit
 O -> --- -> da da da
P -> .--. -> di da da dit
 Q -> --.- -> da da di da
R -> .-. -> di da dit
S -> ... -> di di dit
T -> - -> da
U -> ..- -> di di da
V -> ...- -> di di di da
W -> .-- -> di da da
X -> -..- -> da di di da
 Y -> -.-- -> a di da da
Z -> --.. -> da da di dit
 0 -> ----- -> da da da da da
 1 -> .---- -> di da da da da
2 -> ..--- -> di di da da da
3 -> ...-- -> di di di da da
 4 -> ....- -> di di di di da
5 -> ..... -> di di di di dit
6 -> -.... -> da di di di dit
 7 -> --... -> da da di di dit
 8 -> ---.. -> da da da di dit
 9 -> ----. -> da da da da dit
Ä -> .-.- -> di da di da
 Ö -> ---. -> da da da dit
Ü -> ..-- -> di di da da
. -> .-.-.- -> di da di da di da
, -> --..-- -> da da di di da da
 ? -> ..--.. -> di di da da di dit :
 -> ---... -> da da da di di dit ;
-> -.-.-. -> da di da di da dit
- -> -....- -> da di di di di da
 / -> -..-. -> da di di da dit
 = -> -...- -> da di di di da
+ -> .-.-. -> di da di da dit
 ( -> -.--. -> da di da da dit
) -> -.--.- -> da di da da di da
" -> .-..-. -> di da di di da dit

İnsan Sesi Nasıl Oluşur ?




Başta insan olmak üzere bütün omurgalılar ağız, akciğerler ve ses tellerini kullanarak ses çıkarır. İnsanın sesi konuşmasına, şarkı söylemesine, mırıldanmasına, bağırmasına olanak verir. İnsan sesinin oluşması için önce akciğerlerden gelen hava soluk borusuna dolar ve buradan dışarı çıkar.
 
Soluk borusunun üst bölümünde gırtlak yer alır. Gırtlakta ses telleri bulunur. Sert lifleri andıran ses telleri tıpkı bir kemanın telleri gibi iş görür. Akciğerlerden gelen havayla titreşir ve insan sesinin çıkmasını sağlarlar. İnsanlar gırtlak kasları, ağız, dudak ve dişlerinin yardımıyla bu sesleri sözcüklere dönüştürürler .

FUTBOLUN TARİHÇESİ




İnsanoğlunun "top" ile oynamaya başlamasının tarihi çok eskilere dayanıyor. Mısır'da mezarlardaki duvar resimlerinde ayakla top oynayan insan figürlerine rastlanmıştır. Hatta bu zamandan kalma, 7.5 cm çapında deri veya ketenden yapılmış toplar 2500 yıl önceden günümüze kadar ulaşmıştır ve kimi müzelerde sergilenmektedir. 
Homeros da "Odiesa"da top oyunlarından bahseder. M.Ö 2500 yıllarında da Çin'de yere dikilmiş iki mızrak arasından bir topu tekmelemek suretiyle geçirmeye çalışarak talim yapıldığı bilinmektedir.
Orta Asya Türklerinin de kız ve erkeklerden kurulu karma takımlarla, topa elle dokunmadan, sadece ayak ve kafa ile vurularak rakip kaleden içeri atmaya çalışarak bir oyun oynadıkları kaynaklarda yer alıyor. İçlerinde Kaşgarlı Mahmut'un da bulunduğu pek çok tarihçinin kitaplarında da Türklerin oynadığı "Tepük" isimli bir oyundan bahsedilir. Bu oyunun söylenen kuralları günümüz futbolununkilere oldukça benzer. Elle oynamak yasaktır, Faullü hareketler tespit edilmiştir, top oyun alanının dışına çıkamaz...
Futbol tarih boyunca hemen hemen bütün medeniyetlerde benzer biçimlerde boy gösterdikten sonra bugünkü haline en yakın seklini 17. yüzyılda İngiltere'de almıştır. Daha sonraki gelişimi ise şöyle gösterilebilir:
1841 - Futbol topunun tam bir küre biçiminde olmasının kabulü.
1848 - "Cambridge kuralları" adi altında futbol kuralları toplanmış ve bu kurallarla ilk futbol maçı Cambridge'de öğrenciler arasında ilk futbol maçının oynanması.
1855 - Bir İngiliz takımının ilk kez yurt dışına çıkarak futbol oynaması ve böylece Almanya'da futbolun temelini atması.
1857 - İngiltere'de ilk futbol kulübü Sheffield Club'in kurulması.
1863 - İngiltere Futbol Federasyonunun ve böylece modern futbolun doğuşu.
1870 - Portekiz'de oturan İngilizlerin burada futbolu yaymaya başlamaları.
1871 - "Kral Kupası" veya "İngiltere Federasyon Kupası" nın başlaması.
1872 - "İngiltere-İskoçya" , ilk milli maç.
1875 - Kalelere üst direk konulması ve topa kafayla vurulmasına izin verilmesi.
1876 - Korner kuralının kabulü.
1879 - Glascow'dan Darwen'e para teklifiyle futbolcu getirilerek profesyonellik yolunun açılması.
1882 - Futbol kurallarında değişiklik yapmaya yetkili "International Board"un kurulması.
1885 - Profesyonelliğin İngiltere'de resmen kabulü.
1886 - Ofsayt kuralının kabulü.
1889 - Danimarka ve Hollanda'da futbol federasyonlarının kurulması.
1890 - Futbol maçlarında tam yetkinin hakemlere verilmesi.
1891 - Penaltının kabulü.
1893 - Amerika'da ilk futbol federasyonunun Arjantin'de kurulması.
1895 - İngiltere'de bayanların ilk futbol maçını oynaması.
1899 - Sürenin 90 dakika, ölçülerin 118.4 x 91.4 olarak belirlenmesi.
1901 - Sheffield United - Tottenham Hotspur federasyon kupası finalini 110.802 kişinin izlemesi.
1902 - İngiltere dışında oynanan ilk milli maçta Avusturya'nın Macaristan'ı 5-0 yenisi.
1903 - Averajın kabulü.
1904 - Belçika, Fransa, Danimarka, Hollanda, İspanya, İsveç, İsviçre'nin FIFA' yı kurması.
1906 - Kıtalar arası ilk milli maçta Güney Afrika'nın Brezilya'yı Brezilya'da 5-0 yenmesi.
1907 - Kendi sahasında bulunan bir futbolcunun ofsayt sayılmamasının kabulü.
1908 - Londra Olimpiyat Oyunları'nda futbolun ilk kez olimpiyat oyunlarında yer alması.


FUTBOLUN TÜRKİYE'YE GELİŞİ
Modern futbolun İngiltere'den çıkarak yayılması sırasında Osmanlı İmparatorluğu'nun belli başlı ticaret limanlarındaki kentlere yerleşen İngilizler futbolu ülkemize sokan kişiler olmuşlardır. İstanbul, İzmir, Selanik futbolun oynandığı ilk 3 şehir olmuştur. Buralarda İngilizler futbol oynarken Rumlar da onlara katılmışlar ve hem futbol oynayanlar hem de takımlar önemli sayıda artmıştır. Osmanlı topraklarında ilk futbol maçının 1875'te Selanik'te oynandığı bilinmektedir. 1877 yılında ise İzmir'in Bornova çayırlarında futbol maçları yapılmıştır. Ancak, bu sıralarda Müslüman gençlerin futbol oynamaları hoş karşılanmayacağı için Türklerin futbol oynamaları için biraz daha süre geçmesi gerekmiştir. İzmir'de ilk futbol kulübü 1894 yılında İngilizler tarafından kurulmuş ve adı "Football Club Smyrna"olmuştur. İstanbul'da futbol oynanmaya başlanması ise ancak 1895 yılında Kadıköy ve Moda'da olmuştur. İzmir'den İstanbul'a göçen İngilizler burada futbol oynamışlardır. Buradaki Rumlar da futbola merak salmışlardır ve futbol İstanbul'da çok büyük bir hızla yayılmıştır. 1897, 1898, 1899, 1904 yıllarında İzmir karması ve İstanbul karması 4 maç oynamışlar ve bunların tümünü İzmir karması kazanmıştır. 1906 yılında Atina'da düzenlenen "Ara Olimpiyat"ta İzmir karması ve Selanik Karması yer almıştır. İzmir karması bu turnuvada 2., Selanik karması da 3. olmuştur. İzmir karması İngilizlerden, Selanik karması ise Rumlardan oluşuyordu.
TÜRKLERİN FUTBOL OYNAMASI
Futbol oynayan ilk Türk 1898 yılında İzmir'de İngilizlerle beraber futbol oynayan Selim Sırrı Tarcan olmuştur. Ancak kendisine "İlk Türk futbolcusu" diyemeyiz. İlk Türk futbolcusu Fuat Hüsnü Beyedir. İstanbul'da futbolu İngilizlerden görerek merak salan Fuat Hüsnü Bey, daha sonra arkadaşlarını ikna ederek ilk Türk futbol takımını kurmuştur. "Black Stocking" adi alan takım Rumlarla bir maç yapmış ve bu maçı 5-1 kaybetmiştir. Kaçabilenler kaçmış, kaçamayanlar yakalanmıştır ve böylece ilk Türk futbol takımının ömrü uzun olmamıştır. Fuat Hüsnü Bey daha sonra İngilizlerin kurduğu Kadıköy takımında "Bobby" takma adıyla oynamıştır.

TÜRK FUTBOLUNDA İLK KULÜPLER
"Black Stocking" takımının başarısızlığından sonra Türkler uzun süre futbol oynayamamışlardır. Ancak, kimse de bu oyunun cazibesinden kendilerini kurtaramamışlardı. Türkiye'de kurulan kulüplerin hemen hepsi futbol kulübü olarak kurulmuştur. Bir önemli istisna "Beşiktaş Jimnastik Kulübü"dür. İlk futbol kulübü ise "Galatasaray"dır.

İSTANBUL KULÜPLERİ:
Galatasaray Spor Kulübü
Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) öğrencileri tarafından 1905'te kurulmuştur. İlk baslarda Kırmızı-Beyaz renkleri seçen Galatasaray, daha sonra Sarı-Siyah ve son olarak da Sarı-Kırmızı renklerle sahaya çıkmıştır. İlk maçını Barhau İngiliz gemisiyle yapan Galatasaray 1906-1907 sezonunda İstanbul Futbol Ligine katılmıştır. 1908-1909 sezonunda da bu ligde şampiyon olmuştur. 1911 yılında Romanya ve Macaristan'a giderek yurt dışında Türk futbolunu temsil eden ilk takım olmuştur. Bükreş'te Bükreş karmasını 11-1 yenmiştir.
Fenerbahçe Spor Kulübü
1907'de Kadıköy'de kurulmuştur. İlk olarak Sari-Beyaz renkleri seçen Fenerbahçe daha sonra Sari-Lacivert renkleri kullanmıştır. 1908-1909 sezonunda İstanbul Ligine katılan Fenerbahçe ilk şampiyonluğunu 1911-1912 sezonunda kazanmıştır. İşgal yıllarında düşman askerlerin takımlarına karşı aldığı başarılarla gönüllerde taht kuran Fenerbahçe Galatasaray'la birlikte en çok taraftara sahip iki takımdan biri olmuştur.
Beşiktaş Jimnastik Kulübü
1903 yılında "Beşiktaş Bereket Jimnastik Kulübü" adıyla kuruldu. Barfiks, paralel, halter, güreş, boks ve aletli jimnastik, eskrim dallarında faaliyet göstermişlerdir. Bir süre sonra adi "Beşiktaş Osmanlı Jimnastik Kulübü" olmuştur. Futbolun oynanması ise 1910'lu yıllarda başlamıştır. Önceleri Kırmızı-Beyaz olan renkleri daha sonra Siyah-Beyaz olarak değiştirilmiştir. Çeşitli dallarda büyük basarılar kazanmasına rağmen Beşiktaş futbolda 1920'li yıllarda aldığı seri başarılarla adını duyurmuştur.
Kadıköy Futbol Kulübü
İngilizlerin kurduğu Kadıköy, İstanbul'un ilk futbol kulübüdür. 1905-1906 ve 1906-1907 yıllarında İstanbul Liginde şampiyon olmuştur.
Moda Futbol Kulübü
1903 yılında İngilizlerce kurulmuş, 1907-1908'de şampiyon olmuştur.
Elpis Futbol Kulübü
1904 yılında Kadıköylü Rumlar tarafından kurulmuş, ligde hiçbir zaman başarılı olamamıştır. IMOGENE FUTBOL TAKIMI İngilizlerin aynı adı taşıyan gezi gemisinin mürettebatının oluşturduğu bir takımdı. 1904-1905 şampiyonu oldu.
Tatavla Heraklis Jimnastik Kulübü
1896 yılında önceleri jimnastik, atletizm, güreş dallarında faaliyet göstermek üzere kurulmuştur, 1910'lu yılların sonunda futbol da oynanmaya başlanmıştı. Halen "Kurtuluş Gençlik Kulübü" olarak faaliyetinin sürdürmektedir.
Anadolu Spor Kulübü
1908 yılında Burhan Felek ve arkadaşlarının girişimiyle kurulmuştu. Halen faaliyetlerini sürdürmektedir.
Vefa Terbiye-İ Bedeniyye Kulübü
1908'de, üç takımın birleşmesiyle oluşan kulüp İstanbul'un belli başlı kulüplerinden biri olmuştur.
Beykoz Zindeler İdman Yurdu
Beykoz Sark İdman Yurdu ve Beykoz Zindeler Yurdu'nun birleşmesiyle oluşan kulüp, uzun yıllar başarılar kazanmıştır.
Süleymaniye Terbiye-İ Bedeniye Kulübü
1911 yılında kurulmuştur.
 Anadoluhisarı İdman Yurdu
1912 yılında kurulmuştur.
Hilal Spor Kulübü
1912 yılında kurulmuştur.
Telefoncular
İstanbul Telefon Şirketinin İngiliz teknisyen ve isçileri 1912'de kurmuştur, 1914'te harp hali nedeniyle hükümetçe kapatılmıştır.
Altınordu İdman Yurdu
1910 yılında Galatasaray'a kardeş kulüp olarak kurulan Progress International, 1914 yılında bu adi almıştır. Dahiliye Naziri'ni başkanlığa getirerek hem mali destek sağlamış hem de hükümetten destek alarak cepheye asker yollamayan tek kulüp olmuştur. Mali yönden kuvvetlenince yaptığı transferlerle İstanbul liginde
şampiyonluk da kazanmıştır.
Pera Spor Kulübü
1914 yılında bir Rum kulübü olarak kurulmuştur. Kurtuluş Savası sonunda kaçmayan Rumlar "Beyoğluspor" adıyla kulübün yaşamını sürdürmüşlerdir.
İttihat Spor Kulübü
1920'de Altınordu'dan ayrılanlar tarafından kurulmuştur. Ömrü pek uzun olmamıştır.
Darüşşafaka
Darüşşafaka Lisesi öğrencileri tarafından kurulmuştur.
Beylerbeyi Spor Kulübü
1919 yılında kurulmuştur.
Makabi Spor Kulübü
1913 yılında Museviler tarafından kurulmuştur. 1930'lu yılların sonunda faaliyetini bitirmiştir
Eyüp Spor Kulübü
1917'de kurulmuştur. Halen faaliyetlerini sürdürmektedir.
Kasımpaşa Spor Kulübü
1921'de kurulmuştur. Halen faaliyetlerini sürdürmektedir.
Topkapı İdman Yurdu
1921'de kurulmuştur.
Armstrong-Vickers
1912'de Aynı adlı İngiliz firmasının memur, teknisyen ve isçileri tarafından kurulmuştur. 1914'te hükümetçe kapatılmıştır.
Türk İdman Ocağı
1912'de kurulmuştur. 1.Dünya Savaşı sırasında kapanmıştır.
Sarıyer Spor Kulübü
1923'te kurulmuştur.
İstanbul Erkek Lisesi Öğrencileri tarafından 1926'da kurulmuştur.
Karagümrük Spor Kulübü
1926'da kurulmuştur. Halen faaliyetini sürdüren kulüp büyük başarılar kazanmıştır.
Feriköy Spor Kulübü
1927'de kuruldu.
Güneş Spor Kulübü
1923'te çok güçlü futbolcularla kurulan kulüp 10 yıldan fazla bir süre varlığını sürdürdü.

İZMİR KULÜPLERİ:
Karşıyaka Spor Kulübü
1912 yılında "Karşıyaka Terbiye-i Bedeniyye Kulübü" adıyla kuruldu. İzmir'in işgali sırasında tüm İzmir takımları gibi faaliyetlerini bir süre kestikten sonra yeniden canlanan Karşıyaka , öncelikle "Karşıyaka Gençlerbirliği" , daha sonra "Karşıyaka Spor Kulübü" adlarını aldı. 'K' , 'S' , 'K' harflerinin eski dilde okunuşlarından oluşan "KAF-SIN-KAF" sözüyle ölümsüzleşti ve Türk futbolunun en başarılı kulüplerinden oldu.
Altay Spor Kulübü
1914'te "Hilal" adıyla kuruldu. Kısa süre sonra "Altay" adını aldı. İşgal sırasında faaliyetlerine ara verdikten sonra yeniden çok güçlü bir şekilde futbola başlayan Altay, 1923-1924 sezonunda ilk İzmir Futbol Ligi'nin şampiyonluğunu kazandı. Daha sonraki yıllarda da başarılarına devam eden Altay 1. Profesyonel Futbol Ligi'nde 3 büyüklerden sonra en çok kalan takım ünvanına sahiptir. 2. lige düştüğü 2 sezonda da hemen o sene 2.lig şampiyonluğunu kazanarak 1. lige dönmüştür
İzmir İdman Yurdu
1919'da Yunan işgali sırasında işgalcilere karşı bir hırsla kurulan kulüp, Rum takımlarına karşı aldığı başarılarla adını duyurmuştur. Çok ünlü kişilerin oynadığı futbol takımında eski başbakanlarımızdan Adnan Menderes de yer almıştır. İzmir kurtulduktan kısa süre sonra dağılmıştır.
Altınordu Spor Kulübü
1923'te Altay'dan ayrılan bazı futbolcular tarafından kuruldu ve kısa sürede büyük başarılar kazandı. İzmir'in en başarılı kulüplerinden biri olan Altınordu, günümüzde yaşadığı bazı sorunlara rağmen Türk futbolunda çok önemli bir yere sahiptir.
Göztepe Spor Kulübü
1925'te Altay'dan ayrılan bazı futbolcular tarafından Göztepe semtinde, Sarı-Kırmızı renklerle kuruldu. Kazandığı sayısız şampiyonlukların yani sıra Avrupa Kupalarında da çok büyük başarılar elde etti. Türk futbolunun en güçlü kulüplerinden biri olan Göztepe son yıllarda 2. ligden 1. lige çıkma uğraşı vermektedir.
Üçok Spor Kulübü
1937'de Altay, AltInordu, Buca kulüplerinin birleşmesiyle oluştu, 2 yıl sonra kapandı.
Doğanspor Kulübü
1937'de Göztepe, İzmirspor, Egespor kulüplerinin birleşmesiyle oluştu, 2 yıl sonra kapandı.