English French German Spain Italian Dutch Russian Portuguese Japanese Korean Arabic Chinese Simplified

30 Eylül 2011 Cuma

7 ateş düşürücü besin!

Kronik ateş uzun vadede hassas beyin hücrelerinin direncini kırar ve sinir hücrelerinde meydana gelen esas yapısal hasarın sorumlusudur. Kronik ateş, Alzheimer hastalığında görülen, bunamaya sebep olan plakaların ve nörofibril düğümlerinin üretimini arttırır. Öte yandan birçok meyve, sebze ve yemeklerde kullanılan otların, güçlü ateş düşürücü özellikleri vardır. Antioksidanların insanlarda ateş belirtilerini azalttığı kanıtlandı. Unutmayın, balık, özellikle de yağlı deniz balığı (somon, sardalye, uskumru, ançuez) vücudunuza girebilecek en güçlü ateş düşürücü gıdadır.”






Doğanın antidoksidan deposu
KURUYEMİŞLER
Kuruyemişlerdeki tek ve çok bağlı doymamış yağlar, E vitamini ve kalp dostu sterol, ateş düşürücü bileşimler barındırır. Ayrıca güçlü bir antioksidan etkisine sahiptir. Haftada en az iki kez kuruyemiş yemenin koroner kalp hastalıklarından ölüm riskini önemli ölçüde azalttığı düşünülüyor. Illionis Üniversitesi nörobilimcileri, kuruyemişlerin kalp sağlığına ek olarak, özellikle de bademin yaşa bağlı zihinsel performans düşüşünü önlediğini gösterdi.


YEŞİL ÇAY
Yeşil çaydaki ‘keteçin’ adı verilen madde, önemli bir ateş düşürücüdür. Journal of Immunology, 2004’te yeşil çayın ateş düşürücü ve beyin hücrelerini koruyucu özelliğinin, Multipl Skleroz (MS) hastalığının önlenmesi ve tedavisi açısından umut verici olduğunu yazdı. Yeşil çaydaki kafein ve amino asitler, duygular ve zihinsel odaklanma üzerinde ani ve olumlu bir etki yaratıyor.





MOR/KOYU KIRMIZI GIDALAR
Yaban mersini, vişne, nar, mor tatlı patates, mor karnabahar, siyah üzüm ve pancarı örnek verebiliriz. Mor pigmentler ciddi ölçüde antioksidan koruması sağlar, sinir hücreleri arasında iletişimi güçlendirir, beyin duvarını korur, beyne kan taşıyan damarları güçlendirir. Ağrıyı dindirecek kadar önemli ölçüde ateş düşürücüdür.


YEŞİL GIDALAR
Bir fast-food restoran zincirinin çirkin bir afişini görmek beni hayrete düşürmüştü: Bir çöreğin üzerinde yakın plan çekilmiş dev bir burger fotoğrafında ‘Yeşillik golf içindir’ yazıyordu. Buna hiç katılmıyorum. Her türden koyu yeşil sebzede ateşi düşürebilen değerli bir mineral bulunur. Kıssadan hisse: Kalbiniz ve beyniniz için yeşilliklerinizi yiyin.


ZENCEFİL
Zerdeçal gibi ateş düşürücü ve beyin hücrelerini koruyucu özellikler taşır. Hindistan ve Çin’de, baş ağrıları, mide ve bağırsak şikayetleri için kullanıldığı 2 bin 500 yıllık bir geçmişi var. Zencefil, özellikle sinir duvarlarındaki yağ bileşimlerini serbest radikal saldırılarına karşı korur. Sinir hücrelerini koruyucusu olduğu ve ateşi düşürdüğü için bolca tüketilmelidir.
ZERDEÇAL
Araştırmalar, zerdeçalın beyin hücrelerini korumak ve duygu durumunu olumlu etkilemek gibi önemli özelliklerini ortaya çıkardı. Bu kök bitkisinin içindeki aktif ‘curcumin’ maddesi son derece güçlü bir antioksidan ve ateş düşürücü özelliğe sahip. Bilim, zerdeçalın davranışlar üzerindeki etkisinin antidepresan ilaçlarla benzer olduğunu ortaya koydu. Zerdeçal, özellikle duygu durumunu düzenleyen serotonin ve dopamin gibi önemli nörotransmiterlerde arızayı önlüyor.
KAHVE
Makul miktarda kafein alımının beyin üzerinde faydaları var. Araştırmalar, kahvenin özellikle hücrelerdeki yağ bileşimlerini oksitlenme stresine karşı korumakta etkili olduğunu ortaya koydu. Günde 1-2 fincan kahve, enerji, zindelik, özgüven, sosyal girişkenlik, iş motivasyonu ve dayanıklılığı artırır. Günlük antioksiden ihtiyacını karşılamanın en keyifli yolu. Japon kız tıp öğrencileri arasında yapılan araştırma, düzenli kahve içenlerde depresyon görülme riskinin daha az olduğunu ortaya koydu.




Beyin dostu temel gıdalar:
Açai meyvesi
Yeşil çay
Brokoli
Kabayonca
Brüksel lahanası
Kalitede zeytinyağı
Elma sirkesi
Kiraz
Karalahana
Elma püresi
Acı biber tozu
Ceviz
Enginar
Kişniş
Fındık
Asparagus
Tarçın
Yulaf ve tam tahıllar
Avakado
Karanfil
Kahvaltılık tahıllar
Fesleğen
Kakao
Portakal
Fasulye çeşitleri
Kızılcık
Kekik
Pancar
Üzüm
Maydanoz
Dolmalık biber
Patlıcan
Şeftali
Börülce
Mürver
Armut
Karabiber
İncir
Erik
Böğürtlen
Fuji elma
Erik kurusu
Yaban mersini
Zencefil
Nar
Karnabahar
Tatlı patates
Kuru üzüm
Ahududu
Karalahana
Siyah üzüm
Kırmızı yapraklı marul
Kırmızı patates
Ispanak
Çilek
Mandalina
Zerdeçal

Ağrılarla yaşamaya mahkum değiliz!

Ülkemizde her geçen gün gelişen sağlık sektörü yenilikleri de beraberinde getiriyor. Son zamanlarda gelişme gösteren en önemli olaylardan biri de rehabilitasyon ve fizyoterapi uygulamalarının yaygın bir şekilde artması ve insanların da bu alanlara yönlendirilmesi oldu.
Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Yüksekokulu Müdür Yardımcısı Doç. Dr.
Salih Angın, son 10 yıl içinde fizyoterapi ve rehabilitasyon uygulamaları konusunda halkın bilincinin yükseldiğini, vatandaşların "nerede, nasıl tedavi uygulanıyor, tedavinin gidişatı nedir, sonucunda nasıl bir tablo çıkacak" diye önceden sorgulayarak, seçme hakkını kullandığını söyledi.

Klasik sağlık hizmetlerinde "yaşamı idame ettirme", bunun için de hayatta kalmayı sağlayan temel tedavi yöntemlerini uygulama yaklaşımın baz alındığını anlatan Angın, "Yaşamı idame ettirmek tabii ki çok önemli, ilk sırada geliyor. Ama idame ettirirken bireyin ne kadar bağımsız olduğu, ne kadar kaliteli yaşadığı da önemli" dedi.

Doç. Dr. Angın, fizyoterapinin bir anlamda bireyleri "bağımlı ve tüketici" pozisyonundan "bağımsız ve üretici pozisyona" geçebilmesini
sağladığını belirterek, şöyle devam etti:

"Örneğin bacaklarını kullanamıyorsa elleriyle yapabileceği bir işle üretici pozisyonuna geçebilir. Ya da bel problemi yaşayan birini düşünün. Bel sorunu üretimi ciddi olarak sekteye uğratır, iş gücü kaybına sebep olur. Beli ağrıyorsa bir işi gereken zamanda, gereken şekilde yapamayacaktır. Ülke ekonomisi için ciddi kayıpları var. Toplum üzerindeki bu yükün alınması lazım ve fizyoterapi yöntemleriyle kişi daha bağımsız hale gelebiliyor. Dolayısıyla toplumsal yük de biraz azalmış oluyor. Bu da hem bireye hem de tüm ülkeye kazandırılmış bir artı demektir."

Fizik tedavi ve rehabilitasyonun geniş bir uygulama alanı bulunduğunu dile getiren Angın, başlıca uygulama alanlarının "boyun ve kol ağrıları, omuz, dirsek, el, sırt, bel ve bacak, kalça, diz ve ayak ağrıları, romatizmal hastalıklar, boyun ve bel fıtığı, donuk omuz, topuk dikeni, yüz felci, yarım ve tam felç, eklem kireçlenmesi, kas romatizması, kaza veya ameliyat sonrası eklem hareket kısıtlılıkları, kas hastalıkları, sinir hastalıkları, MS, serebral palsi, parkinson, kalp damar ve solunum hastalıkları" olduğunu kaydetti.

Angın, "Mesela KOAH hastasının akciğer kapasitesinin geliştirilmesi ve devamlılığı çok özel egzersiz programlarıyla, özel tekniklerle sağlanabiliyor. Kardiyak yani kalp damar sistemine baktığımızda mesela bir kalp nakli olan hasta, kapasitede ciddi bir azalma yaşar. Çok özel yöntemlerle yavaş yavaş arttırarak, var olan kapasitenin devamlılığı ve geliştirilmesini sağlarsınız. Böylece kişinin normal bir yaşam sürmesini sağlarsınız" dedi.

"AĞRILARLA YAŞAMA MAHKUM DEĞİLİZ"
Engellilere ya da değişik nedenlerle fonksiyonel bağımsızlığını yitirmiş insanlara fiziksel, ruhsal, ekonomik ve sosyal yönden olabildiğince bağımsızlık kazandırmaya çalıştıklarını anlatan Angın, hastayla uyumlu ve kapsamlı uygulanan rehabilitasyon programının yatağa ve başkalarına bağımlı kalma süresini kısalttığını ve yaşam kalitesini yükselttiğini vurguladı.

Doç. Dr. Angın, Türk halkının tıpkı gelişmiş ülkelerdeki gibi artık yaşamını daha üretken, daha bağımsız, daha fonksiyonel ve ağrısız bir şekilde geçirebilmek, "yaşam kalitesini yükseltmek" için daha sık ve yaygın olarak fizyoterapi ve rehabilitasyon hizmeti almaya başladığını söyledi.

BİLİNÇSİZ FİZYOTERAPİYE DİKKAT
Son birkaç yılda üniversitelerin fizyoterapi ve rehabilitasyon bölümlerine gösterilen yoğun ilginin dikkati çektiğini ifade eden Doç. Dr. Angın, "Bu bölümler sınava giren 10-12 bin öğrenci grubu tarafından tercih ediliyor. Çünkü insanımızın bu konudaki bilinci yükseldi, bu hizmeti temel bir ihtiyaç olarak görüyor" dedi.

Doç. Dr. Angın, fizyoterapi eğitiminin 4 yıllık bir lisans eğitimi olduğunu kaydederek, kendini eğitim almadığı halde fizyoterapist olarak
tanıtanların yaptığı uygulamalara dikkat edilmesi gerektiğini vurguladı.

Uygulamayı yapacak kişinin gerekli eğitimi alıp almadığından emin olunması gerektiğini bildiren Angın, "Bu nokta çok önemli, bazen bu eğitimi almamış kişilerin uygulamaları iyileşme sürecinin uzamasına, sakatlıklara, ölüme bile neden olabilir" dedi.

İri göğüsler, dolgun dudaklar için bedel ödemeyin!

Maddi ve manevi birçok zorluğu göze alarak güzel olmak için katlanılan zorlukların bedeli ağır olmamalı diyen, Estetik, Plastik ve Rekonstruktif Cerrahi Uzmanı Op. Dr. Alper Tuncel, güzelleşmek için bir dizi operasyon geçirdikten sonra çirkinleşen ve doğallıktan uzaklaşan kişilere dikkat çekerek, estetik ameliyat yaptırmak isteyenlere önemli tavsiyelerde bulunuyor. Ayrıca Tuncel, güzellik kavramının tek bir tanımının olmadığını; ifade sahibi, anlamlı, dengeli, uyumlu, ürpertici, masum, yüce gibi birçok kavramı da içinde barındırdığını belirtiyor

Estetik, Plastik ve Rekonstruktif Cerrahi Uzmanı Op. Dr. Alper Tuncel; Amerikalı milyarder “panter kadın”ı estetik faciası diye herkesin hatırladığını, Michael Jackson’nun yaptırdığı estetik ameliyatların ve kötü burun operasyonlarının hafızalarda kaldığını belirtiyor. Estetik işlemlerde de kesin veya yüzde yüz diye bir sonuç olmadığının altını çiziyor. Gerçek güzelliğin bütünde doğal görünebilmek olduğunu belirten Tuncel, herkesin Angelina Jolie gibi Hollywood yıldızlarına benzemek istediğini eğer, alt yapı uygun değilse bunun mümkün olmadığını vurguluyor.

Estetik, Plastik ve Rekonstruktif Cerrahi Uzmanı Op. Dr. Alper Tuncel, kalkık hokka gibi burunların, yay gibi kaşların ve dolgun dudakların tek başlarına çok güzel ve dört dörtlük gibi göründüklerini, ancak bir araya geldiklerinde ise her zaman güzel bir görüntüyü oluşturmadıklarını; ifadesiz, yapay ve kötü görüntü de oluşturabildiklerinin altını çiziyor. Ayrıca Tuncel, bilinçsizce yapılan işlemlerin yüz ifadesini bozduğunu, birbirine benzeyen, doğallıktan uzak çirkin insanlar oluşturduğunu da belirtiyor.

Fit olayım derken…

Op. Dr. Alper Tuncel; zayıf ve fit bir görünüme sahip olmak için sıklıkla başvurulan ve uygun koşullar olduğunda “mükemmel sonuçlar” veren liposuction’un zayıflatma değil şekillendirme ameliyatı olduğunu söylüyor. Liposuction’un basen, göbek, bacaklar gibi bölgelerde zayıflama amaçlı kullanıldığında ve özellikle Plastik Cerrah olmayan doktorlar tarafından yapıldığında deride sarkmalar ya da çukurluklara neden olabileceğine fit olmak isterken sarkık bir deriye de sahip olunabileceğine, bu nedenle tekniği bilmeyen kişilere sırf ucuz diye gidilmemesi gerektiğine dikkat çekiyor.

Türkiye’de En Çok Burun Estetiği Yapılıyor
Burun ameliyatlarının en çok yapılan estetik ameliyat olmasına rağmen, yanlış uygulama sonrası ciddi sorunlar görülebildiğine ve kötü yapılmış burunların hemen fark edildiğine değinen Op. Dr. Alper Tuncel, en çok rastlanan hatanın; burnun ameliyat geçirmiş olduğunun belli olması olduğunu söylüyor. Yüze uyumlu olmayan, orantısız sonuçların bakıldığında anlaşılmasının dışında sağlık açısından da riskli olduğunun önemine değiniyor.

Botoks’a dikkat…
Son yıllarda estetik alanında sıkça başvurulan yöntemlerden biri olan Botoks konusunda; bu uygulamaların çok titiz, işinin ehli hekimler tarafından ve kalitesi tescil edilmiş maddeler kullanılarak yapılması gerektiğini belirten Tuncel, her estetik kusurun botoks ile düzelemeyeceğini söylüyor. Botoks’un dikkatle uygulanmadığında yüzde donuk, şaşkın ve hayret ifadesi oluşabildiğini belirtiyor.

İri göğüsler, dolgun dudaklar…
Op. Dr. Alper Tuncel; estetik müdahalelerde ucuz olduğu için tercih edilen bazı maddelerin alerjik reaksiyonlara yol açtığını söylüyor. Özellikle göğüs ameliyatlarında seçilen protezin kalitesinin çok önemli olduğuna ve sonucu etkilediğine değinen Tunçel, bu tür ameliyatlarda doktor ile hastanın ortak karar oluşturamadığında göğüs ölçüsünün karşılaştıkları en büyük sorun olduğuna dikkat çekiyor. Ayrıca Tuncel, göğüs küçültme ve dikleştirme ameliyatlarında uygun yöntem tercih edilmezse çok iz kalabildiğini ve simetrinin bozularak, şekilsiz bir görüntünün ortaya çıktığını söylüyor. Dudak kalınlaştırmada ise yanlış uygulamalar ördekgagasını anımsatan, doğallıktan uzak itici görüntülere neden olabiliyor, dolayısıyla güzel görünmek isterken önceki halinden bile kötü görünüme kavuşan hastanın psikolojisi bozularak bir çıkmaz doğurduğunu da sözlerine ekliyor.

Sağlıklı karar vermek gerek
Op. Dr. Alper Tuncel, hastanın gerçekten istediği operasyona ihtiyacının olup olmadığının, psikolojisinin, beklentilerinin, vücudunun alt yapısının detaylıca ele alınması ve sonrasında operasyon kararının verilmesi gerektiğinin altını çiziyor. Cerrahi olsun ya da olmasın her türlü estetik müdahalenin diğer müdahalelerde olduğu gibi belli başarı oranları ve sonuçları ve de riskleri olduğunu, bu işlemleri yaptırmak isteyen her bireyin bunu kabul etmesi gerektiğini belirtiyor. Plastik Cerrah'ın geçmiş tecrübelerinden faydalanarak olmayacak olanı olacakmış gibi sunmaktan kaçınması ve gerçekçi hedeflerle ilerlemesi gerektiğini, bu süreçte risklerin gerçekten kabul edilecek kadar azalacağını sözlerine ekliyor.

29 Eylül 2011 Perşembe

Sarkma ve çatlaklar artık kabus değil!

Hamilelikte olduğu gibi ani kilo alıp verme dönemlerinden sonra oluşan çatlak ve sarkmalar zayıflamanın bedeli olarak karşımıza çıkıyor. Neyse ki çeşitli önlemlerle korunmak ya da oluştuktan sonra da bazı yöntemlerle bunlardan kurtulmak mümkün.

Söz konusu zayıflamaksa akan sular duruyor. Artık bunu iyice biliyoruz. Bu konuda en ilginç anılarımızdan biri şöyle; birkaç yıl önce vücut ve metabolizma için son derece sakıncalı olan ilaçların etkilerini anlatan bir haber hazırlamıştık. Sadece etkileri hakkında bilgi verdiğimiz halde, haber yayınlandıktan sonra, arayan ve bize "O haberde bahsettiğiniz zararlı zayıflama ilaçları hangileri, nereden bulabilirim acaba?"diye soranların olduğunu hayretle görmüştük.

Evet, incelik güzellikle eş anlamlı hale geldi. Oysa zayıflamanın hele hele sağlıklı ve bilinçli şekilde olmayan zayıflamanın vücut için pek çok sakıncası var. Ani kilo kaybı ya da hamilelikten sonra karşılaşılan sorunların arasında vücutta oluşan çatlak ve sarkmalar başta geliyor.
Çatlaklardan ve sarkmalardan korunmak için ilk yapılması gereken kesinlikle çok kısa zamanda çok fazla miktarda kilo vermemek, önleyici ürünler kullanmak. Peki ya oluştuktan sonra? Bu sorunun yanıtı haberimizde.

ÇATLAKLAR
Neredeyse her 3 kadından birinde görülen cilt çatlakları, sık sık kilo alıp verme dönemleri ve hamilelik sırasında ortaya çıkıyor. Cilt Hastalıkları Uzmanı Dr. Melisa Eczacıbaşı ve Dr. Zeynep Bozbura'ya, estetik açıdan çok can sıkıcı olan çatlaklarla baş etmek için neler yapılabileceğini sorduk. Doktorlar, her kadının hayalinin pürüzsüz bir cilt, estetik bir vücut olduğunu, ancak çeşitli etkenlerle cildin sağlığını kaybedebildiğini ve cilt dokusunun zayıf düşebildiğini belirtiyor. Cilt dokusu zayıf düştüğünde ise ortaya çıkan başlıca sorunlardan biri de cilt çatlakları. Çatlaklar, cildin aşırı gerilmesi sonucu derideki elastik dokunun kırılması ile oluşuyor. Başlangıçta kırmızı ile mor arası bir renkte olan büyüklü, küçüklü bu çizikler zamanla sedefli beyaz bir renge dönüşüyor. En çok, karın, kalça, baldırlar ve göğüslerde görülen çatlakların oluşumuna önemli kilo değişimleri, hamilelik gibi durumlar neden oluyor. Peki, bu çatlaklar neden her hamile kadında ya da her kilo alıp-vermiş kadında görülmüyor? İşte bu konuda pek eşit değiliz. Cilt yapımız çatlakların oluşma olasılığında çok etkili; kimi ciltler diğerlerine göre daha dayanıksız olabiliyor. Örneğin, çok açık renkli ciltler çatlak oluşumuna daha yatkın.

Çatlakların oluşum nedeni şöyle açıklanıyor: Cilt, üst üste sıralanmış 3 katmandan oluşmakta: Epidermis, derm ve hipoderm. Derm, gerçek bir yorganı andırıyor. İçerdiği lifler sayesinde, cildin temel çatısını oluşturuyor. Demet şeklindeki kolajen lifleri, cildin dayanıklılığını, diriliğini ve yapısal bütünlüğünü sağlıyor. Daha ince olan elastin lifleri, kolajen lifleriyle birlikte gerçek bir ağ oluşturuyor ve cildin elastikiyetinde önemli bir rol oynuyor. Eğer kolajen ağları düzensizleşir ve elastik lifler koparsa, cildi sıkılaştıran tüm yapı yıkılıyor ve cilt, yaraya benzer çizgili bir hal alıyor, çatlaklar oluşuyor.

Çatlaklara engel olunabilir mi?
Çatlaklara engel olabilmek için karın, göğüs ve bacakları esnemeye alıştırmak gerekli. Çeşitli losyon ve yağlar cildin esnemesine yardımcı olabiliyor. Ayrıca bu bölgelere masaj yapılması kan dolaşımını hızlandıracağından çatlaklara karşı koruyucu olabilir. Cildinizi hafifçe kızarıncaya kadar minik uyarıcı çimdiklerle yoğurabilirsiniz. Buna ek olarak masaj, soğuk-sıcak su ile şok duş, düzenli egzersiz cilt ve kasların oksijenle beslenmesi, hücrelerin güçlenmesi açısından önemli. Güçlü hücreler çatlamazlar. Ayrıca dengeli beslenmek ve bol su içmek de cildin sağlıklı bir yapıya sahip olmasında ve kendini korumasında önemli bir faktör. Peki çizgiler belirdikten sonra ne yapılabilir? Ciltteki çatlamalara engel olan her türlü önlem, oluşan izlerin de aynı şekilde solmasına yardımcı oluyor. Bu yöntemler hastane, klinik ve güzellik merkezlerinde uygulanabiliyor ve doktor denetiminde yapılmaları gerekiyor.

İzlerin tam anlamıyla kaybolmaları imkânsız. Özellikle hamilelik döneminde vücudun hızla büyüyen bölgelerini cilt bakım kremleriyle beslemek hem cildi dinlendiyor, hem de çatlakların oluşmasını engellemede yardımcı oluyor. Çatlakların oluştuğu bölgelerde cildi germeye yönelik tedavi ve bakımlar da çizgilerin belirginliğini kaybetmelerinde yardımcı.

ÇATLAKLARA KARŞI YÖNTEMLER
Oluştuktan sonra... Ne yazık ki, oluşan çatlakları yok edecek mucize bir reçete yok; kalıcılar. Ancak büyük ölçüde hafifletmek ve sizi hiç rahatsız etmeyecek hale getirmek mümkün. Dr. Zeynep Bozbura, cildin çatlaksız halini hiç buruşturulmamış dümdüz bir dosya kağıdına benzetiyor. Kağıdın buruşturulup bir top haline getirilmiş şekli ise çatlakların oluştuktan sonraki hali. "Kağıdı ne kadar düzleştirseniz de eskisi gibi hiç kırışıksız olmayacak ama eskisine yakın şekilde düz olabilecektir"diyor. Tabii, bunda çatlakların derecesi de çok önemli. Eğer daha başlangıç seviyesinde, ince çatlaklarsa bunları çok çok hafifletmek mümkün.
Çatlaklara karşı uygulanacak hemen her yöntemin mutlaka uzman doktor eşliğinde yaptırılması gerektiğini de unutmamak gerekiyor.

1. MİKRODERMOABRAZYON
Dafne Sağlık Enstitüsü uzmanı doktor Zeynep Bozbura'dan aldığımız bilgiye göre mikrodermoabrazyon, yüzdeki ince kırışıklıkların giderilmesinde, sivilce izlerinin yok edilmesinde güneş ve gebelik lekelerinin tedavisinde, vücut çizgilerine uygun ameliyat izlerinin hafifletilmesinde oldukça etkili ve güvenilir bir yöntem.

Problemli bölgeye aliminyum oksit kristalleri püskürtülerek cilt aşındırma işlemi yapılıyor. Ardından bağ dokusunu kuvvetlendirici ilaç ve kremler, ultrasound yardımı ile emdiriliyor. Ultrasound ses dalgası demek. Bölgesel olarak kan akımını arttırıyor böylece uygulanan ilaçların daha iyi emilmesi sağlanıyor. Uygulamadan sonra uygulama alanında 15 dakika içinde hiçbir kızarıklık ve iz kalmıyor. İşlem aynı zamanda vücudun her yerine uygulanabiliyor.

Yan etkisinin olmadığı belirtiliyor. Dört mevsim yapılabiliyor. Mikrodermoabrzyon mutlaka hekim kontrolünde yapılması gereken bir uygulama.

2- KRİYOTERAPİ
Kriyoterapi bir dondurma işlemi. Çatlak izleri, ameliyat izleri, gebelik ve güneş lekelerinin giderilmesinde, siğil ve derinin damarsal oluşumlarının azaltımasında kullanılıyor. Nadiren, lekelerin giderilmesi gibi kozmetik işlemlerde de tercih ediliyor. İşlem cildin yenileşmesini ve gençleşmeyi sağlıyor. Ayrıca anestezi gerektirmiyor.

3-LAZER UYGULAMASI
Lazer daha ciddi bir girişim ve de mevsimsel bir uygulama. Burada lazer ışınlarıla cildin üst katmanları soyuluyor ve taze cilt tabakasının çıkması sağlanıyor. Çatlak, bir bağ dokusu hastalığı olarak tanımlanıyor. Cildin tahriş edilmesi tek başına yeterli değil. Bağ dokusunu onarıcı ilaç ve kremlerin emilmesini arttırmak için, ultrasound yöntemi, mutlaka uygulamaya eklenmeli.

4-REFLEXOTERAPİ
Fizyomed Sağlık ve Zayıflama Merkezi fizyoterapisti Oya Koçer ve Flavius Estetik ve Sağlıklı Yaşam Kliniği uzmanı Dr. Sinan İbiş, reflexoterapinin amacının dolaşımı canlandırmak ve düzene sokmak olduğunu belirtiyor.

Kolajen ve elastin oluşumundan sorumlu hücreler aktive ediliyor. CFK programıyla dokulara özel vakum şekli, özel frekans ve başlıklarla uygulanıyor. Vücudu rahatlatan ve dinlendiren bir yöntem.

Siz neler yapabilirsiniz?
Cildinizi her gün bir kremle nemlendirin. Kremler hem çatlamaya karşı cilde gereksinim duyduğu suyu verecek, hem de cildin esneme kapasitesini artıracaktır.

Bol, bol su için.
A, E ve C vitaminleri yönünden zengin yiyeceklerle beslenin.
Kısa süreler içinde kilo alıp vermemeye çalışın.
Hamileyseniz, kilonuzu doktorunuzun önerdiği sınırlar içinde tutmaya özen gösterin.

SARKMALAR
Fizyomed Sağlık ve Zayıflama Merkezi diyetisyeni Nurderen Uçar, cildin elastikiyetini kaybedip, cilt altındaki kas dokularının zamanla gevşeyerek geniş sarkma alanları oluşturmasını bu problemin kaynağı olduğunu belirtiyor. Buna sebep olan etkenlerin başında ergenlik döneminde ani kilo değişimleri, gebelik, şişmanlık, cildin neminin azaldığı durumlar, uzun süre güneşe maruz kalma, aktivite kayıpları, çeşitli sistemik hastalıklar, geçirilmiş ameliyatlar, dengesiz beslenme, yaşlanma olarak sıralanabilir. Vücut formunun şekillendirilmesinde adale gruplarını aktive edici programların yanı sıra egzersiz, aerobik, fitness, yürüyüş gibi sporlarla masaj ve sağlıklı beslenme önerilebilir. Çatlakların giderilmesi için uygulanan yöntemlerde olduğu gibi sarkmalara karşı yaptıralacak herhangi bir uygulama öncesinde mutlaka bir doktora danışmayı ihmal etmeyin.

1- CFK- LADERMOTONİE
Yetersiz aktivite, dengesiz beslenme, yaş, kalıtımsal, hormonal nedenlerle vücutta oluşan deformasyon ve sarkmalarda etkili. Metotlu vakum ve depresso masaj tekniği kullanılıyor. Refleksoterapi adlı metotla dokulara özel bir vakum şekli, frekanslarla ve başlıklarla uygulanıyor.

2- LPG
Zayıflama cihazının kullanım alanları arasında gevşemiş kalçaların, göbek ve kol bölgesinin sıkılaştırılması da bulunuyor. Cihaz bacak içlerini toparlıyor, sarkma ve gevşemelerde elastikiyet sağlıyor. Yüz ve gıdının toparlanması amacıyla da uygulanıyor.

3- SLIDE-STYLER
Mide gevşekliği, karın sarkmaları özellikle doğum sonrası eritilemeyen göbek için oldukça etkili.

4- SPM-VACUPRESS
Sarkmış uyluk, kalça, karın ve göğüs bölgelerinde, hamilelik sonrası kat kat kalan bölgelerde uygulanıyor.

5- BODYSTAR
Göğüs, karın, kalçanın gerilmesinde fayda sağlıyor.

6- SONO CARE
Ultrasonun kozmetikteki kullanım alanı. Ses dalgalarıyla terapi yapılıyor. Cildin derinliğine yapılan mikro-masajla gevşek cildin sebebi olan asit fazlalığı gideriliyor.

7- PROSLIM-24
Seanslar sonunda gevşek ve sarkık görünen doku sıkı ve diri bir hal alıyor. Sarkık karın ve düşük kalçalar toparlanıyor.

Diyet ürünler iştahı mı açıyor?

İnsanlar kilo almamak için düşük kalorili besinleri tercih ediyor, peki bu besinler vücudumuzda nasıl bir etki yapıyor? Konumuzun detayları bir uzman tarafından şöyle açıklanıyor.
Gün geçmiyor ki yeni yeni düşük kalorili diyet ürünleri market raflarında ortaya çıkmasın. İç hastalıkları uzmanı Dr. Ayça Kaya diyet ürünler ve tadlandırıcılar ile ilgili bilgi veriyor.

Şişmanlığın bu kadar yaygın olmasının en büyük nedenlerinden biri, şekerin günlük yaşantımıza girmesi oldu. Bilim adamları şeker tadından vazgeçmek istemeyen ama şekerin kalorisini vücuduna almak istemeyenler için tatlandırıcıları geliştirdiler.
Tatlandırıcılar hem şeker hastaları hem de kilo vermek isteyenler için baş tacı oldular. İnsanlar bu tatlandırıcıları çaylarında, kahvelerinde, tatlılarında kullandılar. Bir çok diyet ürünün hammaddesi oldu. Hatta o kadar hayatımıza girdi ki çocuk şuruplarında bile kullanılır oldu.
Teknolojinin gelişmesi insan yaşamını uzattı, ancak eskilerde nadir görünen hastalıkların ortaya çıkma hızları artmaya başladı. Durum böyle olunca yeni alışkanlıklar sorgulanmaya başlandı ve tabii tatlandırıcılar da bunlardan bir tanesi idi.

Şimdilerde bilim adamlarının kafasında olan soru işaretlerinden biri de acaba bu tatlandırıcılar kilo verme açısından da bu kadar etkili mi? Evet kan şekerini yükseltmediği için şeker hastalarına tavsiye ediliyor evet gerçekten kalori değeri sıfır. Ama bu ürünleri kullanan insanlarda, az yeseler de çok fazla kilo kaybı görülmüyor. Bu şaşırtıcı tezatlığın neden böyle olduğu ile ilgili yapılan araştırmalarda, aslında tatlandırıcıların kilo vermeyi durdurduğu hatta kilo almaya neden olduğu ortaya çıktı.

Tatlandırıcıların kilo almaya iki şekilde neden olduğu düşünülüyor. Birincisi yemekle birlikte tatlandırıcı içeren bir içecek kullanılıyorsa, bu kişinin iştahını açıyor ve daha çok yemesine neden oluyor. Yapılan bir araştırmada bir grup deneğe yemek sırasında şeker içermeyen normal meyveli yoğurt veriliyor, ikinci gruba da tatlandırıcı ilaveli meyveli yoğurt verildiğinde, tatlandırıcı içeren grubun yemek süresinin daha uzun olduğu ve miktar olarak da bu grubun daha çok yediği görülüyor.

Yapılan başka bir araştırmada, tatlandırıcıların bağırsakta ‘’glikoz sensörlerini ‘’ yani şeker duyarlı hücreleri aktive ettiği ve vücuda yiyeceklerle alınan şekerin vücut tarafından daha çok depo edildiği gösterildi.

Birçoğumuzun tadını sevdiğimiz için değil, şekerimizi ya da kilomuzu azaltmak için kullandığı tatlandırıcıların, artık o kadar da etkili olmadığını biliyoruz. Yeni yapılan araştırmalar sonucunda, kilo kontrolu için kullandığımız ve sağlık üzerine bu kadar olumsuz etkisi olduğunu bildiğimiz tatlandırıcıları yine de kullanmakta ısrar etmemize gerek kalmadığını görüyoruz.

Tansiyonu yükselten besinler

Hipertansiyon günümüzde sıklıkla rastlanan bir hastalıktır ama tansiyon hastalarının beslenmelerine gereken önemi göstermedikleri sonrasında oluşan komplikasyonlardan dolayı bilinmekte.

Hipertansiyon eğer dikkat edilmezse böbrek hastalıklarına, kalp krizlerine hatta felce dahi neden olabilmektedir. Bu nedenle tansiyonla yaşamayı öğrenmek, hastalığa özgü diyetisyen kontrolünde beslenmek ve zararlı yiyeceklerden kaçınmak gerekir.

Peki tansiyonu yükselten besinler neler?

Tuz ve tuzlu besinler
Yapılan çalışmalar gösteriyor ki ihyiyacımızın en az 10 katı kadar tuz kullanmaktayız. Hipertansiyonlu kişilerin yemeklerine tuz ilave etmemeleri ve tuzlu yiyeceklerden kaçınmaları gerekir. Yemekleri tatlandırmak için baharatlar en uygun seçim olacaktır.

Şeker ve şekerli besinler
Tüketim miktarına bağlı olarak tansiyonu yükseltip kalp hastalıklarını da tetikleyebilmektedir.

Çay ve kahve
Çay ve kahvede bulunan kafeinin tansiyonu yükselttiği artık bilinen bir gerçek ama burada tüketim miktarınız önemli, eğer 3 fincan koyu kahve veya 6-7 bardak koyu çay içmişseniz tansiyon da yükselecektir.

Kolalı içecekler
İçeriğinde bulunan hem yüksek oranda şeker hem de meyankökünden dolayı vücutta sodyumun tutulmasına neden olabilmekte ve bu nedenle tansiyonu yükseltmektedir.

Margarin ve tereyağı
Margarin ve tereyağının direk tansiyonu yükseltici bir etkisi yoktur ama çalışmalar gösteriyor ki doymuş yağ oranı yüksek olan bu yağlar yerine sıvı yağ tüketenlerde hipertansiyonun daha düşük seviyede olduğu gözlenmiştir. Bu da bize yemekleri mümkün olduğu kadar sıvı yağla yapmamız gerektiğini bir kez daha göstermektedir.

Alkol
Hipertansiyonunuz var ve düzenli alkol tüketiyorsanız bu alışkanlığınızdan da yavaş yavaş uzaklaşmanızda fayda var.

Doğum kontrol hapları akciğer embolisini artırıyor!

Nasıl kalp, içindeki damarların kan pıhtısı ile tıkanmasıyla kriz geçiriyorsa; akciğer de içindeki atar damarların kan pıhtısı ile tıkanması sonucu kriz geçirebiliyor.

Tıp dilinde Pulmoner Emboli olarak adlandırılan bu hastalık aslında çok fazla bilinmiyor. Pulmoner Emboli’yi, nedenlerini, belirtilerini ve hastalıktan korunma yollarını Hisar Intercontinental Hospital Göğüs Hastalıkları Bölümü Uzmanı Dr. Orhan Dalkılıç’la konuştuk.

Doğum Kontrol Haplarının Yaygın Kullanımı Akciğer Embolisini Artırıyor!
Son yıllarda özellikle genç kadınların doğum kontrol haplarını yaygın olarak kullanması ile birlikte akciğer embolisinin görülme oranının artış gösterdiğine dikkat çeken Dalkılıç; ‘Bu ilaçlara bağlı olarak kanın pıhtılaşma oranı artıyor.
Damar içinde özellikle bacak damarlarında göllenme ve staza bağlı kan pıhtısı oluşuyor. Buradan kopan pıhtı da akciğere gelip atar damarları tıkıyor. Maalesef çoğu hastamızı da daha teşhis edemeden bu nedenle kaybediyoruz ya da uzun yıllar tanı konulmadan ağır problemlerle hayatlarını sürdürüyorlar.’ açıklamasında bulundu.

Bu Şikayetleriniz Varsa Akciğer Embolisi Hastalığınız Olabilir!
Hastalığın kendisini nedeni açıklanamayan nefes darlığı, geçmeyen veya teşhis edilemeyen göğüs-sırt ağrısı, uzun süreli öksürük, ağızdan kan gelmesi gibi durumlarla gösterebildiğini söyleyen Dalkılıç; bu belirtiler söz konusuysa mutlaka hekime başvurulması ve akciğer embolisi olup olmadığınızın kontrol edilmesi gerektiğini sözlerine ekledi. Çünkü akciğer embolisi özellikle akciğer kanseri başta olmak üzere diğer akciğer hastalıklarıyla (bronşit, KOAH, zatürre, verem vb…) benzer belirtiler gösteriyor.

Eğer bu şikayetleriniz yanı sıra;
Uzun süreli oturarak çalışıyorsanız,
Okyanus ötesi gibi, uzun mesafeli uçak yolculuklarını sık sık yapıyorsanız,
Bacaklarınızda varisleriniz varsa ve ağır yapıyorsa,
Düzenli doğum kontrol hapı kullanıyorsanız,
Yatalak hastaysanız akciğer embolisi hastası olma ihtimaliniz yüksek…

Akciğer Embolisine Yakalanmamak İçin!
Uzun süre oturmayın; ara sıra kalkıp kısa yürüyüşler yapın (uzun uçak yolculuklarında da sürekli sabit kalmayın).
Doğum kontrol hapı kullanacaksanız mutlaka kan pıhtılaşma oranlarınızı ölçtürün.
Varisiniz varsa antiembolik varis çorabı giyin.
Uzun süreli yatalak hastalara kan sulandırıcı ilaç kullandırın.
Ortopedik ameliyatlar öncesi doktor kontrolünde koruyucu heparin kullanmaya başlayın.
Otururken ayaklarınızı katlayarak değil; biraz yukarı doğru uzatarak oturun.
Bu ve bunun gibi basit önlemlerle sonu ölümle veya kalıcı hasarla biten bilinmeyen bu hastalıktan korunabilirsiniz.

Dişinizi (ç)ektirin!

Günümüzde diş hekimleri ileri tedavi yöntemleri ve yeni teknolojiler kullanarak dişleri çekmeden ağızda tutmak için büyük çaba göstermektedirler. Ancak tüm çabalara rağmen diş kurtarılamayarak çekilmek zorunda kalınmışsa artık bunun da kolayı var.. Gelişen tıp teknolojileri ışığında artık aynı anda çürüyen dişi çekerek yerine yeni bir diş monte edilebiliyor. Halk arasında “diş ekimi”, tıptaki adıyla da “İmmediat İmplant” olarak bilinen yöntemle, çekilen diş kökünün           boşluğuna hemen implant yerleştiriliyor ve kişi böylece implant yerleştirilmesi için geçmesi gereken ortalama 3 aylık süreyi beklemek zorunda kalmıyor.

Hem çekim hem ekim
“Biz diş hekimleri bir dişin çekilmemesi için maksimum çabayı göstermekteyiz. Ancak tüm bunlara rağmen çeşitli sebeplerle diş kayıpları yaşanabilmektedir. Bu can sıkıcı durumu telafi etmek amacıyla yıllardır sürdürülen çalışmaların sonucunda İmplant teknolojisinin geldiği son nokta hem hekimin hem hastaların yüzünü güldürmektedir. Bugün 3 haftalık bir süre içinde, kaybettiğimiz dişin yerine aynı fonksiyonları gören İmplant üzeri protezler yapılabilmektedir. Tabii ki öncelikle dişi korumak ve kaybetmemek için gerekli bakım ve tedavi yöntemlerinden faydalanmak gerekir. Ancak diş, çekilme pozisyonuna gelmişse bu kararı vermeden önce halk arasında “diş ektirmek” olarak da bilinen İmplant seçeneğini düşünerek dikkatli olmak gerekir. Çünkü dişin çekileceği seansta doku uyuşukken ikinci bir anesteziye gerek kalmadan dişi alıp çekilen dişin kökünün boşluğuna implantı yerleştirmek mümkündür.”




28 Eylül 2011 Çarşamba

Sağlıklı yaşama motive olmak AMA NASIL?



Sağlıklı yaşama motive olmak AMA NASIL?
Sürekli yeni diyetlere başlayıp verim alamayınca yarım mı bırakıyorsunuz, Spor salonlarına para ödeyip istediğiniz formu yakalayamıyor musunuz?Peki sorun ne?
Sağlıklı yaşama motive olmanın bir yolu olmalı… Bu yazıdaki fikirler belki size yardımcı olabilir.
Sağlıklı yaşam ile ilgili artık herkesin az ya da çok bir fikri var. Haftada en az üç gün egzersiz yapmamız, daha az et daha çok sebze yememiz, asansörü değil merdiveni kullanmamız, sigarayı bırakmamız ve geceleri daha çok uyumamız gerektiğini hepimiz biliyoruz. Bilmek yetiyor mu? Hayır… Daha sağlıklı bir hayat sürmek, daha dinç ve biçimli bir vücuda sahip olmak için hayatımızda yapacağımız küçük değişikliklere ilk adımı atmak, sonrasında da sürdürebilmek o kadar zor ki… Peki, nasıl motive olacağız? Doktorun vereceği kötü haberler mi aklımızı başımıza almamızı sağlayacak yoksa yazın plajda bikini ile salınma fikri mi? Kanıtlar gösteriyor ki bu konuda korkutucu taktikler çoğunlukla ters tepiyor. Sağlığa karşı bir tehditle karşı karşıya kaldığımızda onu yok saymakta, tehlike sinyalleri kulaklarımızı çınlatsa da kafamızı daha fazla kuma gömmekte çok başarılıyız. Kendimizi motive etmek için buzdolabını sağlıklı yiyeceklerle doldurmak, eve yürüme mesafesindeki spor salonuna kayıt yaptırmak da her zaman işe yaramıyor.

66 günden önce pes etmek yok
Ancak bu gerçekler, davranış değişikliği kazanmaktan caymak için bir mazeret oluşturmuyor. Bu konuda herkes için geçerli standart yöntemler yok. Olsaydı şu an hepimiz incecik ve sağlıklı olurduk zaten. Ama yine de hedefe giden yolda bizi dürtecek ve hedefe doğru itecek yöntemler var. Bunlara geçmeden önce unutmayın; bir davranış değişikliğini beynimize ve hayatımıza yerleştirmek için en az 66 gün gerekiyor.

HEDEF: DAHA AZ YAĞ
Biyolojik olarak hala avcı içgüdülerimizden kurtulamadık ve önümüze gelen her yiyeceği, kıtlık ihtimaline karşı stoklamak için dayanılmaz bir istek duyuyoruz. Oysa artık iki öğün arasında günlerce sürecek avlanma çabaları değil sadece birkaç saat var. Yemek seçenekleri ise her an elimizin altında. Daha sağlıklı beslenmeye karar verdiğimiz gün dahi önümüze gelen leziz ama sağlıksız bir yiyeceğe hayır diyemiyoruz.

Taktik: Tartıyla yüzleşin, kan tahlillerinizi yaptırın. Yağlı beslenmeye çok alışkınsanız zaten göreceğiniz rakamlar ve doktorunuzun tavsiyeleri sizin için itici güç olacak. Ama sadece korkunun işe yaramadığını biliyoruz. Sizi rotanızda tutmak için bazı küçük fikirlere de ihtiyacınız var. Size zevk veren günlük alışkanlıklarınızı yiyecekle bağdaştırmaktan vazgeçin. Öğleden sonraları iş yerinde vereceğiniz çay molalarında arkadaşlarla sohbet etmek ve ağzınıza abur cubur atmak size keyif veriyor olabilir. Sohbete devam edin, abur cuburdan kurtulun. Bir arkadaşınızla kahve içmek için buluştuğunuzda sipariş verirken tatlı menüsünden gözlerinizi ayırın ve sadece kahve sipariş edin. Sohbet derinleştikçe isteğiniz de kaybolacak. Bu örnekleri kendinize göre kişiselleştirebilirsiniz.

HEDEF: DAHA AZ ALKOL
Her gün televizyon kanallarında, gazetelerde, dergilerde alkolün vücuda zararları üzerine onlarca bilgi öğreniyor ancak bunların hiçbirini nedense kendimizle ilişkilendirmiyoruz. Korkutucu gerçekler bizim için tehlike çanlarının çalmasına bir türlü neden olmuyor. O sırada tam da buz gibi bir biranın kapağını açıyor olsak bile etkilenmiyoruz.

Taktik: Kendimize hedefler koymamız, hiç alkol almayacağımız günleri belirlememiz, içki içeceğimiz günlerde ise sınırlamaya gitmemiz gerekiyor. Ajandanızı açın, alkol aldığınız günleri ve aldığınız maksimum miktarları not etmeye başlayın. Bu rakamları kendi ellerinizle kağıda dökmek sizin gerçeklerle yüzleşmenizi sağlayacak, eğer bir alkolik değilseniz, bu şekilde alkol tüketiminizi azaltmak çok daha kolay olacak. Kısacası, kendinizi başaramayacağım hissinden kurtarın, meydan okuyun ve kendinize bir hedef koyun.

HEDEF: DAHA ÇOK SEBZE MEYVE
Fazla et ve az sebze tüketmek damarlarımıza zarar veriyor, kalp krizi geçirme riskini artırıyor. Ancak ileriki yıllara ait olduğunu düşündüğümüz bu ihtimal bizi harekete geçirmeye yetmiyor. Üstelik alkole hayır demekten daha da zor. Çünkü alkolü fazla kaçırdığımız günün ertesinde kendimizi berbat hissederken bir daha bu kadar içmeyeceğimize söz verebiliyoruz. Oysa meyvesebze içermeyen bir beslenmenin olumsuz etkilerini bu kadar da çabuk görmüyoruz.

Taktik: Günlük meyve tüketimini not etmenin etkisi de alkoldeki gibi olmuyor. Çünkü bir gün önce bol meyve yiyince ertesi gün daha parlak gözlere ve cilde, daha parlak bir zihne hemen kavuşamıyoruz. O zaman meyve-sebzeyi yoğun olarak tükettiğiniz beş günün sonunda kendinize küçük ödüller verin.

HEDEF: DAHA ÇOK EGZERSİZ
Şu bir gerçek ki günlük egzersizlerimizde çoğunlukla yaptığımızın fazlasını yaptığımıza inanmak istiyoruz. Üstelik spor yaparken bir hedef koymak uzun vadeli olarak işe yaramıyor. Çünkü hedefinizi 38 beden elbiseye sığmak olarak belirlediğinizde, bunu başardıktan sonra spor yapma isteğiniz yok oluveriyor.

Taktik: Spora motive olmak için yapılacak hiçbir şey aslında uzun vadeli garanti vermiyor. Spordaki hedefin belirli bir beden ya da tarih değil, doğrudan davranış değişikliği olması gerekiyor. İlk hedefi ise davranış değişikliğini sağlayacak 66 günü tamamlamak olarak belirleyebilirsiniz. 66 günün sonunda vücudunuzda ve buna bağlı olarak ruhunuzda meydana gelen değişiklikler, emin olun sizi devam etmeye ikna edecek.

HEDEF: DAHA ÇOK UYKU
Çoğumuz yaratıcı ve üstün zekalı insanların yatağa akşam saat onda gitmediğini biliyoruz. Ancak şunu da unutmamak gerekiyor. Geceleri 6 saatten az uyumak ya da bölük pörçük bir uyku düzeni, kalp hastalıkları gelişme riskini yüzde 48, kalp krizinden ölüm ihtimalini de yüzde 15 artırıyor.

Taktik: Az uyumanın vücuda yapacağı etkileri unutmayın. Yeterince ikna olmadıysanız bu etkileri biraz daha araştırmaya başlayın. Bugün yatağa biraz daha erken yatın, ertesi gün ne kadar iyi hissettiğinize inanamayacaksınız.

Kadınlar neden park problemi yaşar?



Kadınlar neden park problemi yaşar?
Herkesin bildiği gibi kadınlar erkeklere göre kıyaslandığında park konusunda daha çok problem yaşarlar!
İşte Alman bilim adamları da bunu araştırmışlar ve bilimsel olarak bazı kanıtlar bulmuşlar.
İtalyan Corriere della Sera Gazetesinde yayımlanan habere göre, Ruhr Üniversitesinde görev yapan bilimadamları, 33’ü kadın 66 kişiden bir otomobili dar bir alana parK etmelerini istedi.
Kadın sürücülerin, park etmesinin erkeklerden 20 saniye daha fazla sürdüğünü gözlemleyen bilim adamları, bunun, erkeklerin daha hızlı olmalarından değil, hareketlerinde daha kesin ve "berrak" olmalarından kaynaklandığını kaydetti.

Habere göre, İngiltere’de bulunan Sürücülük Standartları Ajansı’nın verileri de araştırma sonuçlarını doğrular nitelikte. Geçen yıl ehliyet sınavını geçemeyen 170 bin İngiliz kadından 55 bininin başarısızlığının nedeni park ederken yaptıkları hatalar; sınavda ancak 21’inci denemesinde başarılı olan bir kadın da bunun en iyi örneği. Yine aynı verilere göre, ehliyet sınavında başarılı olan erkeklerin oranı yüzde 50,7 iken, kadınlarda bu oran yüzde 44,1.

27 Eylül 2011 Salı

Prada Sonbahar Kış Ayakkabı Modelleri 2012


Prada Ayakkabı Modelleri 2011 1 Prada Sonbahar Kış Ayakkabı Modelleri 2012
Prada’nın 2012 Kış Sezonu için hazırlamış olduğu ayakkabı koleksiyonunda sivri burunlar, dolgu topuklar, yüksek topuklar, leopar ve krokodil detayları göze çarpıyor.

Prada Ayakkabı Modelleri 2012 3 Prada Sonbahar Kış Ayakkabı Modelleri 2012
Prada Ayakkabı Modelleri 2012 2 Prada Sonbahar Kış Ayakkabı Modelleri 2012
Prada Ayakkabı Modelleri 2012 1 Prada Sonbahar Kış Ayakkabı Modelleri 2012

Prada Ayakkabı Modelleri 2011 2 Prada Sonbahar Kış Ayakkabı Modelleri 2012
Prada Ayakkabı Koleksiyonu 2012 Kış 2 Prada Sonbahar Kış Ayakkabı Modelleri 2012
Prada Ayakkabı Koleksiyonu 2012 Kış 1 Prada Sonbahar Kış Ayakkabı Modelleri 2012

Yenidoğanda 5 ‘acayip’ normallik



Yenidoğanda 5 ‘acayip’ normallik
Kıpkırmızı, şiş vücutlu ve kocaman kafalı mı? Hemen endişelenmeyin! Yenidoğanınızın 'acayip' görünen hallerinin pek çoğu doğal gelişiminin bir parçası…

Yenidoğan bebeğiniz, hamileliğiniz boyunca özenerek baktığınız bebek fotoğraflarına benzemiyor mu? Aldırmayın! 6 hafta sonra, o kartpostallardaki muhteşem bebeklere benzemeye başlayacak. Siz bu dönemde yenidoğanın 'acayip' normal hallerini bilin yeter. Çünkü bebeğinizi tanımanız, anneliğe uyum sağlamanızı kolaylaştıracak.
Zayıf mı toraman mı?
Eğer bebeğiniz zamanında doğmuşsa kilosu, 3.000-3500 gram arası olacaktır. Eyvah, benimki daha zayıf diyorsanız, üzülmeyin! Çünkü normal alt sınırın 2 bin 500 gram olduğu kabul ediliyor. Tabii üst sınır olarak kabul edilen 4000 gramdan fazlaysa, toraman bir bebeğiniz var demektir.

Selvi boylu mu?
Uzun boylu bir bebek olup olmayacağına karar vermek için çok erken. Bebeklerin boyu 1 yaşından sonra genetik kodlarına göre uzar. Zamanında doğmuş bir bebeğin 50 cm civarında olacağını bilmeniz yeterli. 2 santim kısa ya da 2 santim daha uzun olması da normal kabul ediliyor.

Kafası çok mu büyük?
Yanılmıyorsunuz, kesinlikle haklısınız! Bebeklerin beden oranı yetişkinlerden farklıdır. Başı bedenine göre daha büyük. Zaman içinde oranı değişse de bu büyüklük, çocukluk çağında da devam edecek. Ama şimdilik siz, yenidoğanların baş çevresinin ortalama 35 cm, normal ölçü aralığının ise 33-37 cm olduğunu bilmelisiniz.

Yumurta kafa mı? Sipsivri ya da tostoparlak...
Bebeğinizin başının görünümü, doğum şekline göre değişebilir. Sezaryenle dünyaya gelen bebeklerin başı, genellikle yuvarlak görünümdedir. Bazı normal doğumla dünyaya gelen bebeklerin ise kafası sivridir. Bunun nedeni; doğum kanalının biraz dar olmasından başka bir şey değil. Ama sakın öyle kalacak sanmayın. Yatış pozisyonuna dikkat ederseniz birkaç ay içinde yumurta kafalı bir bebeğiniz olur.

Başı çok yumuşak!
Tepesinde, saçlı derinin hemen altındaki yumuşak kısımları fark ettiniz: Elinizle dokunduğunuzda sanki kalp atışını hissediyorsunuz. Bu bölgelerin ismi, 'bıngıldak'tır. Bıngıldakların çapları bebekten bebeğe farklılık gösterir ve kafasının arka kısmında bulunan küçük, arka bıngıldaklar 2-6 ay arasında kapanır. Kafanın tam üstünde bulunan büyük bıngıldağın kapanması 18 aya dek sürer. Sizin yapmanız gerekense, çarpmalardan korumak.

21. yüzyıl zayıflama yiyeceği:Badem!



21. yüzyıl zayıflama yiyeceği:Badem!
BADEM öyle bir yiyecek ki,bir yandan tok tutarken bir yandan zayıflatabiliyor,bir yandan çok lezzetli iken bir yandan da her yerde bulunabiliyor. Kısacası İnsan sağlığına sağlık katıyor.
İşte İç Hastalıkları ve Metabolizma Uzmanı Dr. Ayça Kaya bademin araştırmalarla kanıtlanmış faydalarını anlatıyor.
21. yüzyıl mucizesinin adı Badem. Çiğ, kavrulmamış, tuzlanmamış badem. Uzun yıllardır yağlı tohumlar dediğimiz bir gurup yiyecek olan ceviz, badem, fındık, çekirdek, fıstık gibi yiyeceklerin içerdikleri kaliteli yağ asitleri sayesinde kalp-damar hastalıklarına karşı koruyucu olduklarını biliyorduk. Ancak bu yiyecekler yağlı oldukları için kalori değerleri de yüksek olduğu için kilo aldırır endişesi ile hastalarımıza dikkatli tavsiye ediyorduk.

HEM ZAYIFLATIYOR HEM GENÇLEŞTİRİYOR
Bademde çinko, demir, kalsiyum, potasyum, E vitamini gibi mineraller ve vitaminler vardır. Ayrıca içerdiği Amigdalin maddesinin kansere karşı koruyucu olabileceği savulunuyor. Bununla birlikte Ko enzim Q 10 ve Omega 3 seviyesi çok yüksektir. Bu enzim ve yağ asidi kalp damar hastalıklarından kişiyi koruyor ve yaşlanmaya gidiş sürecini yavaşlatıyor. Bademi düzenli tüketmek kötü kolesterol olan LDL’yi %6 ila %15 oranında düşürüyor.

Bu kadar iyi kalpli olduğunu bildiğimiz bademin aynı zamanda çok da iyi zayıflattığı kanıtlandı. Çok yakınlarda, Amerika’da yapılan bir araştırma ile de, zayıflamak isteyenlere günde 17 tane badem verildiğinde daha iyi kilo kaybettikleri gösterildi.

Bademin kaliteli protein içermesi ve sağlıklı yağlardan zengin olması kişiyi daha uzun süre tok tutuyor. Badem sert bir yiyecek olduğu için çiğnemesi zor oluyor ve bu durum kişinin çiğneme duygusunu tatmin ediyor. Lif oranı yüksek olduğu için bağırsak hareketlerini artırıyor. Hazırlama zorluğu olmadığı için her yerde kolayca bulunabiliyor ve her yere kolayca taşınabiliyor.

Zayıflamak için bademi nasıl yiyeceğiz diyenler için;

• Bademi satın alırken dikkat ; çiğ, kavrulmamış ve tuzsuz olarak satın alın.

• Mümkünse kabuklu ve kabuğu kolay kırılabilir olandan tercih edin.

• Bir defada 15’den fazla yemeyin. Küçük bir kaseye sayarak koyun. İş yerinizde çekmecenizde ve çantanızda 15’lik küçük paketler şeklinde de bulundurabilirsiniz.

• Ara öğünlerde özellikle tercih etmeye çalışın. Az yağlı süt ve ayranla birlikte mükemmel bir birliktelik oluşturuyor.

• Meyveleri tek başına yemektense bademle birlikte yediğinizde glisemik indeksi düşürmüş olursunuz bu da sizin daha tok kalmanızı sağlar.

• Yiyecek bir şey bulamadığınızda da 50 tane bademi bir öğün olarak da tüketebilirsiniz.

Şifa kaynağı tarhana!



Şifa kaynağı tarhana!
Anadolu'nun vazgeçilmezi K.Maraş ve civarında meşhur olan tarhana çorbasının faydaları profesörler tarafından da kabul edildi.
Hacettepe Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ayhan Temiz, yaptığı açıklamada, tarhananın içinde bulundurduğu çeşitli liflerden dolayı yüksek kolesterol, kalp krizi, kolon kanseri, obezite, yüksek tansiyon, hemoroid ve damar hastalıklarının azaltılmasında etkili olduğunu bildirdi.
Prof. Dr. Temiz, tarhanada bulunan proteinlerin vücut için gerekli olan bazı aminoasitleri bolca ve dengeli olarak içerdiğini belirterek, "Tarhana, vücudumuzun mikroplara karşı dirençli olması açısından önemli olan vitaminler ve mineraller yönünden zengindir. Tarhanada özellikle B vitaminleri bol miktarda bulunur. Kepeği uzaklaştırılmamış undan yapılan tarhanalardaki B vitaminleri içeriği kepeksiz undan veya göceden (kabuğu soyulmuş ve kırılmış buğday) yapılan tarhanalara göre daha yüksektir. Kalsiyum, demir ve çinko ise tarhanada bol bulunan minerallerdir" dedi.

Gıdalarla alınan proteinlerin vücuda yararlı olabilmesi için ilk aşamada mide ve bağırsaklarda sindirilerek aminoasitlere kadar parçalanması gerektiğini kaydeden Temiz, "Aminoasitler bağırsaklardan kolayca emilir ve vücuda yarar sağlar. Sindirilemeyen proteinler ise dışkıyla dışarı atılır ve vücut bu proteinlerden yararlanamaz. Tarhananın bileşimine yoğurt ve bitkilerden kaynaklanarak dahil olan laktik asit bakterileri tarhanadaki proteinleri belli ölçülerde aminoasitlere parçalayarak tarhanayı sindirimi kolay gıda şekline dönüştürür. Böylece aminoasitler tarhana ile vücuda hazır olarak girerler ve bağırsaklardan kolayca emilerek vücuda yarar sağlar. Buna bağlı olarak tarhananın besleme değeri artmış olur" diye konuştu.

Proteinlerin sindiriminin özellikle bebekler ve yaşlılar için çok önemli olduğuna işaret eden Temiz, bebeklerde sindirim enzimlerinin yetersiz olduğunu, yaşlılarda ise sindirim enzimlerinin çalışmasının yavaşladığını, bu nedenle tarhananın bebekler ve yaşlılar için tüketimi özendirilecek, sindirimi kolay besleyici bir gıda olduğunu ifade etti.

Prof. Dr. Temiz, tarhananın buğday unu veya göce adı verilen kepeksiz buğday yarmasına yoğurt, maya, domates, biber ve soğan gibi çeşitli sebzelerle nane, dereotu ve çörtük gibi çeşitli aromalı otlar ve tuz eklenip yoğrularak elde edilen hamurun 1-5 gün süreyle fermantasyona bırakılması ve ardından kurutulmasıyla elde edilen sağlıklı, sindirimi kolay, beslenme değeri yüksek ve dayanıklı geleneksel bir fermente Türk gıdası olduğunu söyledi.

Tarhananın Türk kavimleri tarafından çok eski çağlarda üretilip tüketildiğinin tahmin edildiğini kaydeden Temiz, Orta Asya’dan göç eden Türklerle birlikte Anadolu’ya geldiğini ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde de İran ve Irak gibi imparatorluğa yakın komşu doğu ülkelere ve Rumeli üzerinden Macaristan ve Yunanistan gibi batı ülkelerine yayıldığının kabul edildiğini belirtti.

Temiz, Türklerle ırk yakınlığı bulunan Macarların tarhanayı Macaristan’a ve Finlandiya’ya kadar taşıdıklarını belirterek, bugün Suriye, Filistin, Ürdün, Lübnan ve Mısır gibi Yakındoğu ülkelerinde "kishk", İran ve Irak’ta "kushik" veya "kushuk", Türkistan’da "göce", Yunanistan’da "trahanas", Macaristan’da "tahonya", Finlandiya’da ise "talkhuna" ismiyle tarhanaya çok benzeyen gıdalar üretildiğini bildirdi.

Bileşimine katılan maddeler ve üretim tarzındaki değişiklikler nedeniyle tarhananın bölgelere göre çeşitlilik gösterdiğini kaydeden Temiz, genellikle İzmir, Manisa ve Burdur yöresinde yapılan un tarhanasının büyük bir kazanın dibine "tarhana otu" adı verilen aromalı otun yerleştirilmesiyle yapıldığını söyledi.

Ege Bölgesi’nin farklı yörelerinde üretilen un tarhanalarına tarhana otu yerine nane, un yerine irmik konulduğunu, un ve maya karışımına mercimek ve nohut da eklenebildiğini belirten Prof. Dr. Temiz, Tokat, Sinop, Edirne ve Tekirdağ gibi bazı illerde süt, un ve yumurta karıştırılarak "sütlü tarhana" yapıldığını ifade etti.

Temiz, Kahramanmaraş ve köylerine özgü firiğin (yarı kurumuş tarhana) özellikle çocuklar tarafından ceviz içiyle birlikte çiğ olarak tüketildiğini, tamamen kurutulmuş tarhananın ise kış boyunca çorbalık ve çerez olarak değerlendirildiğini söyledi.

Çekingenliğiniz hastalığnız mı karakteriniz mi?



Çekingenliğiniz hastalığnız mı karakteriniz mi?
Günlük yaşantımızın büyük çoğunluğunu iş yerinde veya arkadaşlarla dışarıda,okulda herhangi bir yerde geçiririz. Peki bu ortamlarda kendinizi nasıl görüyorsunuz atılımcı,girişken mi yoksa çekingen,utangaç mı? Acaba toplum içerisinde çekingen olmanız sizin karakteriniz mi yoksa bu bir hastalık mı?
Çekingenliğiniz yüzünden kaçırdığınız bir iş fırsatı, başlatamadığınız bir gönül ilişkisi, haklılığınızı kanıtlayamadığınız bir tartışma oldu mu?” diye sorulsa çoğumuz bunlardan en azından bir tanesine olumlu yanıt verebiliriz. Çünkü her insanın genleri, ailesi, çocukluğu ve tecrübelerine bağlı olarak çekindiği durumlar olabiliyor. Ancak bazen çekingenlik öyle bir hale geliyor ki görünmez bir sınırı aşıp sosyal fobiye dönüşüyor. Belirtilerini çocuklukta göstermeye başlayan sosyal fobi, dikkate alınmadığında sosyal hayattan kaçan bazen de tamamen kopmuş olan yetişkinleri yaratıyor. Geleneksel değerlerin ve korku kültürünün baskın olduğu ülkemizde ne yazık ki milyonlarca gizli sosyal fobik yaşıyor. Bu kişilerden kimi kendini fark edip tedaviye yöneliyor, kimi kendisiyle yüzleşmekten kaçıp maskeler takarak yaşıyor, kimiyse kendi yarattığı küçük dünyasında ailesine bile sırtını dönerek yapayalnız kalmayı seçiyor. Kendisi de eski bir sosyal fobik olan, ‘Sosyal Fobi’ kitabının yazarı Psikolog Yıldız Burkovik ile bu hastalığın iç yüzünü konuştuk.

Göz teması yoksa endişelenebilirsiniz
Memory Center Nöropsikiyatri Merkezi’nden Psikolog Yıldız Burkovik, kitabının önsözünde sosyal fobikleri “uyuyan devler” olarak nitelendiriyor ve bunu şöyle açıklıyor; “Uyuyan devler diyorum çünkü sosyal fobikler aşırı mükemmeliyetçi oldukları, hata yapmaya asla tahammül edemedikleri için eleştirilmektense geri planda kalıp susmayı tercih ederler. Onların seslerini duyurmalarıyla belki de devler çıkacak ortaya.” Tanıdık geldi değil mi? Hata yapmamak için bir adım geri duranlardan biri de sizsiniz belki… Bu kadar çekingen olmak ve çekingenliğin hastalığa dönüşmesi bir günde olmuyor, temelleri çocuklukta atılıyor. Bu durumdaki çocuk, dikkatli ve duyarlı anne-babaların kolayca fark ettikleri onlarca işaret vermeye başlıyor. Psikolog Burkovik, bu gelişimi şöyle açıklıyor; “En önemli belirti çocuğun göz temasında bulunmaktan kaçınmasıdır. Bunun dışında çocuk sadece kendisiyle ilgili oluyor, etrafa fazla bakmıyor. Etrafındaki çocuklarla iletişime geçmek istiyor ama reddedilme korkusu ile bunu yapamıyor. Bazı çocuklar evde çok hareketli ve yaramazken dışarıda annelerinin yanından bir an bile ayrılmıyorlar. ‘Aman ne cici çocuk’ diye takdir ettiğimiz bu çocuklar aslında çok çekingen olabiliyor. Okul yaşantısı başladığında ise öğretmenlerin tutumu büyük önem taşıyor. Eğer öğretmen çekingen çocuğu aşağılarsa, anne-baba da çocuğu takip etmiyorsa o çocuk içine kapalı, insanlara güvenmeyen, konuşmaktan hoşlanmayan bir insan haline geliyor. Kendi içine dönük işler yapıyor, mesela bilgisayar başından kalkmıyor. İnternet bağımlısı olduğu düşünülüyor ama o aslında belki de çekingen olduğu için sosyalleşemiyor.” Bu konuda hassas bir anne-baba, çekingen olan çocuğunu takım sporları, halk oyunları gibi sosyalleşebileceği ortamlara göndererek ona büyük destek olabiliyor. Ancak sorunun üstesinden gelmek o kadar da kolay olmuyor, çünkü başarısız olma duygusu çok baskın olan çocuk performans gösterememekten korkuyor. Başarılı olduğunda ise bir daha aynı başarıyı gösteremezse sevilmeyeceğinden endişe duymaya başlıyor.

Öğrenilmiş çaresizlik körüklüyor
Bir çocuğun çekingen olmasında genetik faktörlerin yanı sıra çevre koşulları da etkili olabiliyor. Bazı çocuklar çekingenliği ailelerinden alırken bazıları da anne-babaları, kardeşleri ya da arkadaşları tarafından aşağılandıkları ve duygularını içlerine attıkları için çekingenliğin tehlikeli denizlerinde yüzebiliyorlar. Psikolog Burkovik, çekingenliğin sebeplerinin çok değişken olduğunu ancak fark edilmediği takdirde çocuklukta, ergenlikte ya da yetişkinlikte hastalığa yani sosyal fobiye dönüşebildiğini belirtiyor. Çekingenliği ve sonrasında sosyal fobiyi körükleyen ise öğrenilmiş çaresizlik oluyor. Daha önce yaşanan kötü tecrübeleri zihnine yazan kişiler, benzer durumlarda aynı şeyleri yaşayacaklarına inanarak tedirgin oluyorlar.

İş hayatında da ortaya çıkabiliyor
Yetişkinlikte ise sinyaller çoğunlukla iş hayatında ortaya çıkıyor. Çekingenliği sosyal fobiye dönüşmüş insanlar iş hayatında başarılı olamıyor, dikkatleri çok fazla dağılıyor, iletişim kuramamaya başlıyor. Bunun nedenini Psikolog Yıldız Burkovik şöyle açıklıyor; “Örneğin sosyal fobik kişi karşısındaki insan konuşurken çok heyecanlanıyor. Bu nedenle lafın başını duyuyor, sonunu duyamıyor. Kelimeleri karıştırıyor. Duyduğu tek bir kelime üzerinden yanıt vermeye kalkıyor ve tamamen alakasız bir şey çıkıyor ortaya…”

Hayır demek öyle zor ki…
Sosyal fobisi olan insanların en zorlandıkları konulardan biri de “Hayır” demek… Bu kişilerin her zaman başkasının söylediklerini yaparak kendilerini daha güvende hissettiklerini belirten Psikolog Yıldız Burkovik, “Bu durum tüm iplerini başkasına vermek anlamına geliyor. Hep bir onay bekliyorlar. Karşı taraf iyi niyetli ise sorun yok ancak kötü niyetli ise vay haline… Anne-babaların dikkat etmesi gereken konulardan biri de budur. Örneğin çocuğunuz giyinirken sizin önerilerinize karşı çıkıp ısrarla kendi istediği kıyafetleri giyiyor, çarşıya çıktığınızda kendi istediklerini satın almanızı sağlıyorsa hiç endişelenmeyin, o çocuk kesinlikle çekingen değildir” diyor. Çünkü sosyal fobikler kendi başlarına alışveriş yapamadıkları gibi, alabildikleri kıyafetlerin de hep yanlış seçimler olduğunu düşünüyorlar.

Heyecanı kontrol etme teknikleri
Sosyal fobik kişilerin tedavisinde herkesin özelliklerine uygun olarak tercih edilen psikoterapi yöntemleri kullanılıyor. Psikoterapinin içinde heyecanı kontrol etme tekniklerinin hastalara öğretilmesi de yer alıyor. Psikolog Yıldız Burkovik, bu teknikleri şöyle anlatıyor; “Bedensel tepkiler kişileri çok fazla engellediği için önce bunları düzeltmeye yöneliyoruz. Sosyal fobik insanlar çok gergin oldukları için elleri ayakları soğuyor. Doğru nefes alamadıkları için nabızlarının çok hızlı olduğunu düşünüyorlar. Bunu düzeltmek için diyaframa bir kemer takarak bilgisayar ekranında nefes alış verişlerini kendi gözleri ile görmelerini sağlıyoruz. Hastalar ne kadar yanlış nefes aldıklarını ekranda görünce şaşırıyorlar. Beden tepkilerini kontrol etmeyi öğrenen hastaların düşünce bazındaki yanlış şartlanmaları varsa onları da psikoterapi yöntemleri ile gidermeye çalışıyoruz. Önce kişinin durumunu fark etmesini sağlıyoruz. Eğer kişi iletişimini sıfırlamışsa, kimseyle konuşmuyorsa ilk adımda psikiyatriye başvurmak gerekiyor. İlaçla yol alındıktan sonra psikoterapi başlıyor.” Burkovik, terapiye düzenli devam eden, ilaçlarını söylenen sürelerde düzenli alan kişilerin hayatlarının devamında karşılarına çıkan zorlu zamanlarda kaybettikleri dengeyi kolaylıkla tekrar kurabildiklerini belirtiyor.

Herkes beni izliyor!
Sosyal fobisi olan kişinin ruh halini, “Kişiler, sanki kendisini izlemeye gelen birileri varmış ve sürekli onu gözlüyorlarmış gibi hissederek yaşıyorlar. Etraflarına bakmadıkları ve göz teması kurmadıkları için sürekli izlendiklerini düşünüyorlar. Oysa başlarını kaldırıp bir baksalar kimsenin onları izlemediğini fark edecekler” sözleri ile tanımlayan Burkovik, göz önünde olmaya alıştığı sanılan ünlü isimlerin dahi sosyal fobik olabildiğini belirtiyor. Sosyal fobisi olan bir oyuncunun sahnede çok rahat olabilmesini ise, “Çünkü oyuncular oynadıkları role giriyorlar. Zaten sosyal fobide sorun da insanın kendisi olmaması ve maskeler takmasıdır” diyerek açıklıyor. Bazı sosyal fobikler çekingenliklerini günümüz deyişi ile “cool” bir görüntü arkasına saklarken bazıları da çok girişken görünebiliyor, iddialı kıyafetler giyerek kendine güvenli bir imaj çizebiliyor.

Sosyal fobi nedir?
İlk kez 1966 yılında psikiyatrist Isaac Marks tarafından tanımlanan sosyal fobi, temelde, başka insanların bulunduğu ortamlarda hata yapma, diğer kişiler karşısında küçük düşme korkusu olarak tanımlanıyor. Psikolog Yıldız Burkovik, durumu şöyle açıklıyor; “Bir sosyal fobiğin düşünce zinciri olumsuz düşüncelerle harekete geçer. Kişi kendini büyük bir zincirle bağlar ve o zincirin gidebildiği yere kadar gider. Yani durmadan kendi içinde döner, hareket edemez, yalnızca endişe duyar, tedirgin olur. Performans göstermesi gereken bir durumla karşılaştığında daha çok kaygı duyar ve ani tepkiler göstermeye başlar. Bir alarm altında önce ‘buradan kaçmalıyım’ duygusu, sonrasında ise kalp çarpıntısı, titreme, boğazın düğümlenmesi, terleme ya da aniden buz kesme hali yaşanır.”

Anne-babalara
? Çocuğunuz göz temasında bulunmuyorsa
? Arkadaşlarından ayrı yerde oyun oynuyorsa
? Hiç kimse ile konuşmuyorsa
? Evdeyken sizinle dahi konuşmuyorsa
? Sadece televizyon izliyor, başka hiçbir şeyle ilgilenmiyorsa
? Kendi kendine bir kenarda ağlıyorsa
? Rüyasında çok sık konuşuyorsa
? Kardeşi olduğunda kendini sizden dışladıysa
? Okulda dikkat eksikliği yaşıyorsa
? Öğretmeniyle konuşurken kızarıyor, kekeliyorsa
? Arkadaşları ile konuşurken alaya maruz kalıyorsa
? Kendisine lakap takılıyorsa
? Sözlüye kalkarken tir tir titriyorsa
? Yazılı sonuçları çok iyi ama sözlüleri çok kötüyse Kesinlikle çocuk ya da ergen psikoloğuna başvurulması gerekiyor.

Ya elim titrerse?
Sosyal fobik insanları kalıp cümleler ile tanımlamak imkansız, çünkü bazen kendine hiç güveni olmayan kişi sosyal fobi yaşarken bazen de kendine çok güvenli olan kişi kendini göstermekte çekingen davranabiliyor. Bu durumun günlük yaşamdaki yansımaları her kişide farklı şekilde ortaya çıkıyor. Psikolog Yıldız Burkovik, bunun örneklerini şöyle anlatıyor: “Bir şirketin genel müdürü bir toplantıda herkesin önünde eli titreyeceği için imza atmaktan çekinebiliyor. Bir başka yönetici topluluklara konuşurken sesinin incelmesinden çekindiği için bu işleri hep yardımcılarına devredebiliyor. Evlilik hazırlığında olan bir kişi, düğün pastasını kestikten sonra eşine yedirirken elinin titremesinden çekinebiliyor. Danışanlarım arasında en çok avukatlar ve öğretmenlerin sosyal fobiden kurtulmaya çalıştığını gözlemliyorum. Avukatlar, yüzlerinin kızarmasından ya da terlemekten çok kaygılanıyorlar çünkü söylediklerine itibar edilmemesinden çekiniyorlar. Öğretmenlerin bu duygulardan kurtulmaya çalışması beni çok sevindiriyor çünkü bu öğretmenlerin sınıflarında aynı durumdaki çocuklara çok daha anlayışla yaklaşacaklarına inanıyorum.”

Yetişkinlere
? Göz teması kurmaktan korkuyorsanız
? Dikkatiniz tamamen dağınıksa
? Hiçbir şeye ‘hayır’ diyemiyorsanız
? Durmadan eleştirilmekten korkuyorsanız
? Topluluk içinde farklı fikirlerinizi dile getiremiyorsanız
? Tek başınıza alışverişe gidemiyorsanız
? Yabancı yerlere giremiyorsanız
? İneceğiniz yeri söylemekten çekindiğiniz için dolmuşa binmiyorsanız
? Hatalı bir mal satın aldığınızda iade etmekten çekiniyorsanız
? İhtiyacınız olduğu halde dışarıda tek başınıza tuvalete gidemiyorsanız
? Kızarıyor, titriyor, terliyorsanız, çarpıntınız varsa Mutlaka psikolog desteği almanız öneriliyor.

Yumurtaya alerjiniz varsa grip aşısı yaptırmayın!



Yumurtaya alerjiniz varsa grip aşısı yaptırmayın!
Grip aşısı yaptırırken dikkat edin!
Yağmurlar ve soğuyan havayla birlikte üst solunum yolu enfeksiyonları hepimizi birer birer yoklamaya; bazılarımızı ise yorgan döşek yatırmaya başladı bile. Ancak alınacak küçük tedbirlerle kış hastalıklarından korunmak mümkün. Bu tedbirlerden en yaygını ve kestirme yolu grip aşısı olarak bilinse de, aşı hakkında bilinmesi gereken birkaç önemli nokta bu soğuk havaları aşısız, doğal korunma yöntemleriyle geçirmemizi gerektirebilir…
Grip aşısı, soğuyan havalarla birlikte yayılan virüslerden korunmanın en etkili yolu. Eğer grip aşısına ihtiyaç duyduğunuzu düşünüyorsanız doktorunuza ya da bir sağlık kuruluşuna başvurmadan önce aşı hakkında bilinmesi gereken birkaç ufak ayrıntıyı göz ardı etmemeniz gerekiyor; aksi halde virüslerden korunayım derken daha ciddi sorunlar yaşayabilirsiniz. Bunlardan en önemlisi tavuk yumurtasına alerjisi olan kişilerin, grip aşısı yaptırmaması gerektiği. Nedeniyse basit: aşı tavuk yumurtasından yapılıyor...
Griple birlikte başlayarak devam eden kış hastalıklarını ve bu hastalıklardan korunmak için yapılması gerekenleri Hisar Intercontinental Hospital Göğüs Hastalıkları Bölümü Uzmanı Dr. Orhan Dalkılıç’la konuştuk.

Basit soğuk algınlığı ve nezle, sinüzitler, bademcik enfeksiyonları, bronşit, zatürrenin sonbaharda en çok görülen solunum yolu enfeksiyonlarının başında geldiğini belirten Dalkılıç; ‘Hastalandığınızda lütfen vakit kaybetmeden bir sağlık kuruluşuna başvurun. Muayene ve tetkik sonuçlarınıza göre doktorunuz gerekli tedaviyi planlayıp uygulayacaktır. Hastalığınızın içeriğini bilmeden ilaç kullanmaya başlamayın. En küçük hastalıkta bile hemen antibiyotiğe yönelme gibi halk arasında yanlış bir inanç bulunuyor. Antibiyotikler kesinlikle ateş olmadan alınmamalı ve tetkikler sonucunda doktorunuzun önerisiyle ve onun kontrolünde kullanılmalıdır.’ açıklamasında bulundu. Sağlıkta ana amacın hastalanmamak olduğunun altını çizen Dalkılıç’tan hastalıklardan korunmak için püf noktalarını öğrendik.
• Kronik hastalığınız varsa her yıl Eylül ve Ekim aylarında grip; 5 yılda bir de zatürre aşısı yaptırın.
• Tavuk yumurtasına alerjiniz varsa, aşı yaptırmayın
• Havaların soğumasıyla birlikte giyim kuşamınıza dikkat edin. Mutlaka atlet giyin.
• Kapalı ve havasız ortamlarda uzun süre kalmayın ve bulunduğunuz ortamı sık sık havalandırın.
• Öksürürken, aksırırken ağız ve burnunuzu kağıt mendil ile kapatın.
• Bulaşıcı hastalığı olanlarla temas etmeyin; zorunluysanız 3 günden fazla aynı odada kalmayın.
• Başta C vitamini olmak üzere bağışıklık sistemini güçlendirici gıda takviyeleri ve ek vitaminler alın.
• Uykusuz kalmayın.
• Bol sıvı tüketin.
• Ateşiniz yükselirse mutlaka doktora başvurun.

24 Eylül 2011 Cumartesi

DİKKAT! Bu sendrom modern kadını yalnızlaştırıyor



DİKKAT! Bu sendrom modern kadını yalnızlaştırıyor

Uzun zamandır bir ilişki yaşamak istiyor fakat buluşma aşamasına geldiğinizde vazgeçiyorsanız, biriyle birlikte olmak istiyor ama cinselliği yaşadıktan sonra kaçıyorsanız Modern Kadının Flört Endişesi Sendromu’na yakalanmış olabilirsiniz.
Modern çağın en büyük sorunlarından biri de yalnızlık. İster kendi seçimim deyin, ister hayat şartları, yalnızlık aslında sanıldığı kadar kolay değil. Özellikle de ilişki konusunda yalnızlık sorunu yaşayan kadınlar, zamanla yalnızlığa alışıyor ve ilişki kurmak daha da zorlaşmaya başlıyor. Klinik Psikolog Jessica Cassaday’in yazdığı ‘Bir Gün Onunla Tanışırsanız Telaşlanmayın’ isimli kitabında belirttiği Modern Kadının Flört Endişesi Sendromu (MKFE) da bu zorluğa eklendiğinde, geriye mutsuz ve cinsellikte doyumu tek gecelik ilişkilerle yaşamaya çalışan kadınlar kalıyor. Peki, nedir bu MKFE? Cassaday’e göre bu sendromu yaşayan kadınlar aslında kendine güvenen, başarılı ve sosyal yaşamları oldukça hareketli olan kadınlar. Ancak sıra aşk, seks ve ilişki konularına geldiğinde, bu kadınlar farklı kademelerde endişeler yaşamaya başlıyor. Kadınlar güçlendikçe yalnızlaşıyorsa ve yatakta da yalnızlık başlıyorsa ilişkiler de tükenmeye başlamıyor mu? Konuyla ilgili görüştüğümüz Klinik Psikolog Tuğba Kaplanhan şöyle diyor: “Modern kadın yalnız, çünkü modern kadın yalnızlığı seviyor. Başka birinin hegemonyasında olmak, başka birinin gücünü kabullenmek zor geliyor. Güçlü kadınlar erkeklerle omuz omuza çalışıyorlar, onlarla rekabet içerisinde oluyorlar. Erkeklerle işyerinde rakipler, sokakta rakipler, yani her alanda rekabet edebiliyorlar. Ama asıl sorun erkeklerin güçlü kadınlarla baş edemeyeceklerini düşünmesi.”


Kadınların orgazm döngüsünde uyarılma, plato evresi, orgazm ve çözülme evresi var. Erkekler için ise orgazm daha basit bir durum. Çünkü uyarılmaları daha kolay, plato evresi yani ereksiyon olmaları daha hızlı, orgazm daha rahat ve çözülme evresi daha basit oluyor. Kadınlar birden uyarılamıyorlar ve kadınlar için cinselliğe adapte olmak erkekler kadar kolay değil.

FLÖRT ENDİŞESİNİN ALTINDA NELER YATIYOR?
Modern Kadının Flört Endişesi Sendromu’nun altında travmalar, tacizler, eski ilişkilerde yaşanan sorunlar yatıyor. Kadınlar hassas oldukları için geçmişte yaşanan deneyimleri silmeleri kolay olmuyor. Bu kişilerde EMDR yani Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme tekniği işe yarayabiliyor. Bu teknik, taciz, doğal afetler veya çocukluk döneminde yaşanan üzücü olaylar gibi rahatsız edici yaşam deneyimlerinin neden olduğu duygusal sorunların yanı sıra, fobi, performans kaygısı, panik bozukluk, beden algısının bozukluğu, çocuklarda travma belirtileri, yas, kronik ağrı ve başka sorunların tedavisinde kullanılan psikolojik bir yöntem.
Klinik Psikolog Tuğba Kaplanhan, yetersizlik, iş başarısında düşme gibi sorunlarla kendilerine başvuran hastaların temeline inildiğinde çok ciddi yetersizlik algısı sorunuyla karşılaşabildiklerini belirtiyor. Kaplanhan, “Bize farklı sebeplerle başvuran hastada aslında geçmişinde çok basit gibi görünse de ailesinden ya da erkek arkadaşından ‘çok güzel değilsin, çok şişmansın’ gibi cümleler duyduğu için yetersizlik algısı çıkabiliyor. Böyle bir olay yaşayan kadın, sonrasında kendini yetersiz hissettiği için ciddi bir ilişkiye adapte olamayabiliyor. On kadından üçü ya da daha fazlası geçmiş yaşamında tacize uğramış olabiliyor. Tacizler genelde erkek arkadaşlar, tecavüzlerin çoğu ise eşler tarafından gerçekleştirilmiş oluyor. Bu da partnere duyulan güveni azaltıyor” diyor.

JAGER KADINI
Jager kadını modern kadınlar için kullanılan bir kavram. Bu kadınlar tek başlarına içmeye gidiyor, festivallere katılıyor, eğlenmeyi seviyor fakat günün sonunda eve tek başına dönüyor.

Erkekler güçlü kadınlardan kaçıyor

Yalnız kalan kadınların en sık yaşadığı sorunlardan biri obsesyon oluyor. Bu kişiler, mükemmeliyetçi, kontrollü, takıntılı davranışlar sergiliyor. Klinik Psikolog Tuğba Kaplanhan, “Mükemmeliyetçi kadın, Ahmet diye biriyle tanıştığında ve o kişi ona incineceği bir şey söylediğinde, sıradan bir şey de olsa buna takılıyor ve ‘Benim bu kişiye ihtiyacım yok’ diyerek daha başlamadan ilişkiyi bitirebiliyor. Karşısına Mehmet çıktığında da o kadar kontrolcü oluyor ki o ilişkisi de bitmek durumunda kalıyor. Sonra bu negatif deneyimler kadını yalnızlaştırmaya başlıyor. Yaşadığı bu ilişkiler sonrasında erkeklerin karşısına daha güçlü çıktığında erkek kadına nasıl davranacağından emin olamıyor ve kaçabiliyor” diyor.

CİNSELLİK NE ZAMAN OLMALI?
Klinik Psikolog Tuğba Kaplanhan, “Kişiler tanışıp, aynı gün beraber olduklarında karşısındakine negatif bir anlam yükleyebiliyor. Cinsellik beyinde başlıyor bu nedenle bir flört evresinden sonra cinselliğin olması özellikle kadını ilişkiye başlama açısından daha da rahatlatıyor. Kur aşamasında cinsel hazırlık evresi daha iyi oluyor. Birden olması çok sağlıklı olmayabilir ama ilk gece birlikte olundu diye ilişki olmayacak diye de düşünmemek gerekiyor. Böyle bir ilişki de olabilir, imkansız değil” diyor.

Cinsel işlev bozukluklarına yol açıyor

Son zamanlarda erkeklerde ereksiyon sorunu, erken boşalma gibi cinsel işlev bozuklukları daha sık görülmeye başladı. Çünkü her şey yerli yerinde iyi gidiyor olsa da artık kadınlar flört evresini bir basamak ileri götürmek istemiyor. Erkek ise o evreyi geçmek istiyor. Kadın kaçtıkça erkek yetersizlik hissetmeye başlıyor. Erkek yetersizlik hissettiğinde yatakta da yetersizlik oluyor. Erkek için yataktaki performans oldukça önemli. Durum böyle olunca cinsel işlev bozukluklarının görülmesi de kaçınılmaz oluyor.

Tek odalı evler çoğalıyor

İnsanlar yalnız yaşamayı tercih ediyor ve flörtten kaçınıyorlar çünkü güvenli bir ortam istiyorlar. Çiftler birbirlerine çok fazla güvenmiyorlar, sağlam temeller kurulmadan bir şeyler inşa edilmeye çalışılıyor. Bunun sonucunda sağlıksız ve boşanmayla biten evlilikler ortaya çıkıyor. Klinik Psikolog Tuğba Kaplanhan, “Dikkat ederseniz artık inşaat sektörü bile ilişkilerden etkilenmeye başladı. Artık evler üç oda yerine tek odalı evler olarak inşa ediliyor. Çünkü insanlar tek yaşamayı tercih ediyor, çünkü güvenli ortamı oluşturmak zorlaşıyor ve kimse kimseye teslim olamıyor” diyor.

Özgürlüğün de sınırı olmalı

İlişki içindeyken özgürlük de farklı bir boyut kazanıyor. Kişinin kendi sınırlarını belirlediği kontrollü bir özgürlük olması gerekiyor. Bir ilişkiye başladığınızda önünüze gelen herkesle takılamazsınız, herkesle yatamazsınız ve herkesin kuruna cevap vermezsiniz. Bu bir kısıtlama, fakat karşınızdakinin size getirdiği bir kısıtlama olmamalı. Kendi kendinize yapacağınız bir kısıtlama olmalı.

DEPRESYONA NEDEN OLUYOR
Yalnız kadınlarda depresyon çok sık görülüyor çünkü yalnızlık beraberinde ciddi bir depresyonu getiriyor. Yalnız olan kişiler, sabahları mutsuz uyanıyorlar, keyifsiz, iştahsız, enerjisiz oluyorlar.

Kadınlar bir gecede defalarca orgazm olabilse de kadınların yüzde 35’inden fazlası orgazm olma sorunu yaşıyor.

Erkekler mutlu kadınları seviyor bu nedenle gülümsemenize nerede, ne zaman ve kimin aşık olacağını bilemezsiniz.

KADINLAR ÖNCE RUHUNU YATAĞA KOYUYOR
Yalnızlığa alışan ve ilişki kurmaktan korkan kadın, kendini farklı ilişkiler içinde bulabiliyor. Bu ilişkiler daha çok tek gecelik ya da sadece cinselliğe yönelik ilişkiler olabiliyor. Klinik Psikolog Tuğba Kaplanhan, “Bütün bu deneyimler kadının gerçek bir ilişkiden uzaklaşmasına neden oluyor. Kadınlar yatağa tek girmiyorlar önce ruhlarını sonra bedenlerini yatağa koyuyorlar. Çünkü kadınlar aşık olduğunda teslim olur gibi aşık oluyorlar” diyor.

NE YAPMALI?
Klinik Psikolog Tuğba Kaplanhan, “Flört endişesi olan bir kadına ilişki tavsiye etmiyorum. Çünkü direkt bir ilişkinin kucağına atıldığında olabilecek herhangi bir şey onu ilişkiden uzaklaştırır. Bu nedenle egoyu ve kendine atfettiği değeri güçlendirmek gerekiyor. Kadın şunu diyebilmeli; ‘Ben güçlü bir kadınım, benim yanımda bir erkek olabilir ve ben mutlu olurum. O giderse mutsuz olmam çünkü ben kendimi seviyorum, değerliyim.’ Seanslarda da bazen danışanlara sarılın kendinize diyorum. Kendinizi sevin ve aynaya bakın. Kişinin kendini önemli hissedebilmesi, değeri yüksek tutması yeni bir ilişki için ilk basamak oluyor” diyor.

YENİ BİR İLİŞKİDE NASIL DAVRANMALI?
Flört endişesi olan bir kadın yeni bir ilişkiye başladığında öncelikle mükemmeliyetçi, kontrolcü yapısından kurtulmalı. Yeni ilişkisinde oyunu kurallarına göre oynamalı ve iplerin bir kısmını karşı tarafa da bırakmalı. O ilişkiyle mutlu olmaya bakmalı ve her şeyi çok sorgulamamalı. Bazı kadınlar flört etmeye başladıkları erkeğe hemen evlenilecek mi yoksa evlenilmeyecek mi diye bakıyor. Fakat bu düşünce de yanlış. İlişkinin en başlarında evliliği çok fazla düşünmemeli. Sadece keyif almaya bakmak gerekiyor.

ERKEK NASIL DAVRANMALI?
Klinik Psikolog Tuğba Kaplanhan, “Bu endişe bir ayrılık travmasından mı yoksa bir taciz olayından mı kaynaklanıyor erkek buna göre davranmalı. Anlayışlı olmalı ve güven oluşturmalı. İletişim kurmalı, sorunu paylaşmalı ve çözüm üreterek adım atmalı. Kadın da flört endişesi varsa açıkça sorunu karşısındakiyle paylaşmalı, ancak bu şekilde sağlıklı bir ilişki kurulabilir” diyor.