English French German Spain Italian Dutch Russian Portuguese Japanese Korean Arabic Chinese Simplified

24 Haziran 2011 Cuma

BİLİNÇALTI





"Bilinç dediğimiz şey bir araçtır. Çoğu insan günde en az sekiz saat uyur, yani hayatımızı üçte birini bilinçsiz bir şekilde geçiririz. Jung bilinçaltını üçe ayırdı. İlk olarak istenilen zamanda hatırlanan kişisel hatıralar var. İkincisi, bir zamanlar bilinen ve artık hatırlanmayan yada bastırılan çocukluk travmaları. Üçüncüsü ise toplu bilinçaltıdır.

Yeni doğan bir bebek annesinin göğsünü nasıl emeceğini bilir, ya da aç olduğunda ağlamayı. Yavru bir hayvan doğduktan bir kaç saniye sonra ilk adımını atabilir. Doğadaki tüm canlıların karmaşık fiziksel becerileri, kendileri ve dünya hakkında bildikleri vardır, ama bunun kaynağının ne olduğu belli değildir. Şimdiye kadar hiç bir biolog bu bilgilerin nereden geldiğine bir yanıt bulamamıştır. Bir çok fizikçi ve psikolog canlıların içsel bilgilerinin bilinçli zihinde oluştuğuna inanıyor, ama bir tek kendi zihinlerinde değil. Çağdaş fiziğe göre madde zamanda ve uzayda belirli noktalar olarak değil, dalgalar olarak var olur.

Newton maddenin zamanda ve uzayda belli bir yeri olduğunu düşünmüştü, ama Einstein her şeyin göreceli olduğunu gösterdi, fizikçiler de hiç bir maddenin tam bir konumu, ya da tam bir yaşı olmadığını anladılar. Bu da tüm maddelerin temel taşları ola temel partiküllerin bulunmasını sağladı, bunlara da kuark denildi. Fizikçiler 12 farklı kuark buldular. Burada önemli olan kuarkların ve leptonların madde olmadığını anlamaktır. Bunlar enerjidir. Kuantum fizikçilerine göre madde aslında yoktur. Klasik fizikçilerin madde sandıkları şey aslında bir takım elementlerin bileşimidir, onları da atomlar oluşturur, onları da kuarklar ve leptonlar oluşturur, yani enerji. Yani aslında madde enerjidir.

Tüm bilinçli ve bilinsiz düşünceler beyinden elektrik sinyalleri yollayan nöronlar tarafında oluşturulur. Madde enerjiyse ve düşünce de enerjiyse, o zaman tüm madde ve düşünceler birbirine bağlıdır, ilişkilidir. İşte toplu bilinçaltı da burdan gelir. Bu yaşayan, yaşamış ve yaşayacak her canlının paylaşılan, birbirine bağlı, bilinçsiz zihnidir.

Peki toplu bilinçaltının fiziksel boyutu olduğunu kabul edersek, bu boyut zamanı nasıl aşmaktadır? Çünkü zaman görecelidir. Işık hızından hızlı olan tek şey düşünce hızıdır. Özellikle de bilinçsiz düşünce. Partiküller ışık hızına yaklaştıkça zaman yavaşladığı için duranlara göre bilinçsiz zihnin sonsuz olduğunu düşünebiliriz. Yani bir anlamda zaman diye bir şey yoktur. Dolayısı ile düşünce hem ileri hem geri akabilir. Büyük düşünürler, felsefeciler, bilim adamları hepsinin zamanın ötesinde oldukları söylenir, çünkü dev adımlar attılar. Bazıları buna deha diyor, ama deha müthiş bir öngörü değildir de nedir? Sözde dahiler yalnızca toplu bilincimizi bizden daha iyi görebilenlerdir."

16 Haziran 2011 Perşembe

Titrek Bir Damladır Aksi Sevincin








Titrek bir damladır aksi sevincin
Yüzünün sararmış yapraklarında
Ne zaman kederden taşarsa için
Şarkılar taşırsın dudaklarında.

İşlerken hülyanı sesten örgüler
Bir çini vazodan dökülen güller
Gibi hülyanda fecirler güler
Buruşmuş bir çiçek parmaklarında.

Gözlerin kararan yollarda yorgun,
Ve bir zambak kadar beyazdır yüzün;
Süzülüp akasya dallarından gün
Erir damla damla ayaklarında.

Sesin perde perde genişledikçe
Solan gözlerinden yağarken gece
Sürür eteğini silik ve ince
Bir gölge bahçenin uzaklarında.

Sen böyle kederden taştığın akşam
Derim dudağında şarkı ben olsam
Gözlerinde damla, içerinde gam
Eriyen renk olsam yanaklarında



AHMET MUHİP DRANAS

Ampulün İcadı





Edison bir dinleme gezisi sırasında metal fabrikatörü ve Amerika dinamo makinesinin imalatçısı Willam Wallace’ın yaptığı yeni elektrik lambasını gözden geçirmeye davet edildi. Edison tahta çerçeveyle hareket eden iki koldan ibaret basit cihazın karşısına grafit plaka iliştirilmişti.Her iki plakayı birleştiren elektrik akımı ve mavi ışık yayı gibi görünüyordu.Gözleri kamaştıran bu alev, grafit plakaları çabucak eritiveriyordu.

Edison bu sahneyi konuşmadan seyrediyordu. Elektrik ışığı! Cidden büyük fikirdi bu! İnsanlık öteden beri geceyi gündüze çevirmeye uğraşmış; bunun için mum,yağ ve nihayet 19.yüzyılın başından beri hava gazı kullanmıştı.Madem ki bilim insanlığa elektriği hediye etmişti.Elektriğin ideal bir enerji kaynağı olduğu meydandaydı. Fakat Wallece’in metodu Edison’a doğru bir yol görünmüyordu. Yanındakilere döndü ve “Zannedersem ben daha iyisini yaparım” dedi.

Edison'un 40-50 iş arkadaşıyla işe koyulma tarzı, bilim araştırmaları tarihinde eşsizdir.Ara vermeden çalışıyorlardı.Atölyede yapılan ufak cam ampullerin içerisindeki hava,elektrik akımının kızgın hale getireceği maddenin yanmasına engel olmak için boşaltıyordu. Fakat esas mesele bu maddenin ne olacağı konusundaydı.Kimi maddeler çok az dayanabiliyor, kimileri çok pahalıya mal oluyordu. Halbuki Edison öylesine ucuz bir lamba yapmak istiyordu ki,herkes alıp evine takabilsin.Kömürleştirme işleminden geçmiş mukavva, hindistan cevizi kabuğu, mantar, hatta laboratuarı gezmeye gelen bir misafirin kızıl sakalından bir iki tel bile denendi.



Durmadan çalışmak yüzünden Edison’un gözleri yanıyor, dayanılmaz sancılar veriyordu. Ama o bunları kimseye söylemiyor, sadece hatıra defterine kaydediyordu.

Peşpeşe deneylerin sürdüğü bir gün asistanı “Artık bu işten vazgeçsek!” deyiverdi.
“Niçin?”
“Çünkü şu ana kadar iki bin deney yaptık ve hiçbir sonuç alamadık!”
Edison hemen itiraz etti:
“Bu doğru değil...Evet, amacımıza ulaşamadık ama hiçbir netice elde edemediğimiz doğru değildir.Çünkü aradığımız şeyin yaptığımız şeyin yaptığımız bu iki bin deney içinde bulunmadığını öğrenmiş bulunuyoruz.”

1879 Kasım’ında Edison bir gece yazı masasının başına oturmuş, sönük bir puroyu emerek ne yapacağını düşünüyordu. Dalgın dalgın ceketinin düğmelerinden birini çevirirken düğme koptu.Üstünden bir iplik parçası sarkıyordu.Birden yerinden fırladı, laboratuara geçti ve teknisyenlerine iplik parçasını gösterdi. ” Böylesini acaba ceyran nakledici olarak kullandık mı hiç? Demek kullanmadık!Öyleyse gidin bir yumak ip alın,ufak parçalar halinde kesin, kömürleştirin ve lambalarınızı takın.”

Asistanları sonuç ummamakla beraber hemen dediğini yaptılar.Edison’un bu fikri, bu sahadaki çalışmalarından vazgeçmeden önce başvurulacak son çare olarak görülüyordu.

Kömürleştirilen iplikler her seferinde kırılmasına rağmen bu hassas ipliklerden biri kırılmadan lambaların birine takılabildi.Lambanın havası hemen boşaltıldı.Lambaya elektrik verildiğinde iplik kızdı ve tatlı sarı bir ışık meydana geldi.Edison ve arkadaşları ışığı meydana geldi.Edison ve arkadaşları ışığa büyülenmiş gibi bakıyorlar.Acaba ne kadar sürecekti?Ampul saatlerce sönmedi.Süren çalışmalar sonunda elektrik santrali yapmak, 900 binada elektrik şebekesi kurmak,binlerce sayaç yerleştirmek,duylarıyla beraber 14.000 ampul yapmak gerekti.

4 eylül 1882’de meşhur mucidin bir işareti üzerine akım verildiği zaman, bütün mahallenin yüzlerce binasında binlerce elektrik hallenin yüzlerce binasında binlerce elektrik ampulü yandı ve etrafa parlak, tatlı ışıklar saçılmaya başladı.

Edison devrinin en büyük meraklısı ilan edildi.Herkes sadece lambaları değil,onu da görebilmek için akın etti. Edison’u tanımayan kimse kalmadı.

Alkol İcadı





İlk alkolün nerede, ne zaman ve nasıl bulunduğu bilinmemektedir. Mısırlılar ve eski yunanlılar tarafından kullanıldığı çeşitli belge ve kaynaklarla kesinleştirilmiştir. Yalnız ilk içkinin ne tür olduğu bilinmemekle beraber M.Ö. 1000 yıllarında pirinçten elde edilen konsantre edilmiş sert bir içkiden söz edilmektedir.

Alkolün bulunuşu tarih öncesi devirlere uzanır. Meyve ve sebzelerde doğal olarak oluşan alkolün, tarih öncesi insanların bunları yemesiyle tesadüfen bulunduğu sanılıyor. 

Alkol kelimesi Arapça’dır. Ayrıca bir Arap olan Cabir ibn Hayyan (hayyan"nın oğlu cabir) şarabın damıtımını ayrıntılı olarak yazmıştır. Dilimize imbik olarak giren Arapça kökenli kelime damıtma işleminde sıvıların kaynatıldığı bir aygıttır. İmbik, başka bir değişle mayalanmış sıvıların içinde kaynatılarak buhara dönüştürülüp, bu buharın soğutulmuş bir bölümden geçirilip sıvı hale geçmesi ile (nişasta yada şeker içeren tüm meyve ve sebzelerden mayalanma ve sonrasında damıtma) alkol elde etmek için kullanılan Pot stil, bakırdan yapılan bir aygıttır.
--imbikte kaynayan sıvının buharı alkoldür. 
--içkiler saydam renkte olup (beyaz) ve asıl rengini ise yıllandırıldığı meşe fıçılarından veya başka yöntemlerle renklendirilirler.



Alkollü içkiler üç"e ayrılır; 
--şarap gibi üzüm veya diğer meyve sularının mayalanması ile elde edilenler, yani hafif alkollü içkiler. 
--bira gibi, tahıllardaki nişastanın şekere ve daha sonrada alkole dönüşmesiyle elde edilen içkiler (hafif alkollü içkiler) 
--alkollü sıvıların damıtılmasıyla elde edilen rakı, votka, cin, viski gibi içkilerdir. (yüksek alkollü içkiler)

Alfabenin İcadı





Zaman: İÖ 2. binyıl başları 
Mekân: Mısır ya da Filistin

insan alfabetik yazının nasıl başladığı konusunda hep meraklı olmuştur. "Tarihin babası" Herodotos, Fenikelilerin Yunanistan'a Kadmos adında bir adamla geldiklerini, yazıyı ve diğer sanatları onların getirdiğini yazar. JOSEPH NAVEH, 1975

Yazının kökeni muammalarla doluysa da, ilk alfabe bilmecesi hepsinden şaşırtıcıdır. Bunun eski Yunanlılar yoluyla modern dünyaya eriştiği iyi bilinmektedir -alfabe kelimesi Yunan dilinin ilk iki harfi olan alfa ve beta'dan türemiştir- ama alfabenin Yunanistan'da ilk kez nasıl ortaya çıktığı, Yunanlılar'ın sesli ve sessiz harflere harf eklemeyi nasıl akıl ettikleri ve daha da temelde, ilk alfabe fikrinin İÖ 2. binyılda Akdeniz'in doğu ucundaki Yunan-öncesi topluluklarının akıllarına nasıl geldiği konusunda hiçbir bilgimiz yoktur.

Bilimadamları bu sorulara yaşamlarını adamışlarsa da, elde edilen kanıtlar kesin sonuca varmayacak kadar azdır. Alfabe Mezopotamya (çivi yazısı), Mısır (hiyeroglif) ve Girit yazılarından mı (Lineer A ve çıkmıştır? Yoksa bilinmeyen bir tek kişinin aklına "öylece" mi gelmiştir? Ve alfabe neden gerekli görülmüştür?



Bu, en yakın olasılık gibi gözüken, ticari bir zorunluluk muydu? Diğer bir deyişle, ticaret, Babil çivi yazıları ve Mısır hiyerogliflerinde daha kolay bir alışveriş kayıt yolu mu gerektirmişti? Ya da Akdeniz çevresinde birbirleriyle ticaret yapan çeşitli imparatorlukların ve grupların dillerini yazmanın kolay bir yolu olduğu için mi?

Eğer öyle ise, Yunanistan'ın ilk alfabetik kitabelerinde ticaret ve alışveriş konusunda hiç iz olmaması şaşırtıcıdır. Gerek bu gerek diğer fikirler bazı araştırmacıları Yunan alfabesinin İÖ 8. yüzyılda Homeros'un sözlü destanlarını kaydetmek için icat edildiğini söylemeye götürmüştür.

EFSANEDEN VARSAYIMA

Kanıt yokluğunda boşluğu anekdotlar ve efsaneler doldurmuştur. Yetişkinlerin varolan yazılarındaki önyargılara ve çıkarlara sahip olamayacakları için sık sık çocukların alfabenin mucitleri olduğu da söylenmiştir.

Bir olasılık da, Kuzey Suriye'de çivi yazısı öğrenmekten bıkan parlak zekâlı bir Kenanlı çocuğun Mısır hiyerogliflerinde tek sessiz harfleri temsil eden az sayıda sembol fikrini alıp kendi Sami dilinin temel sessiz harfleri için yeni simgeler icat etmiş olmasıdır.

Belki de bunları ilk kez eski bir sokağın tozları arasına çizmiştir: Basit bir ev resmi, Sami "beth"i (alfabenin "be"si) "b" simgesi olmuştur. How The Alphabet Was Made'de [Alfabe Nasıl Yapıldı!} Rudyard Kipling'in çocuk kahramanı Taffimai "ses-resimleri" adım verdiği şeyler çizer. A harfi ağzı açık bir sazanbalığıdır.

Taffimai babasına bunun "ah" sesi çıkardığında açık ağzına benzediğini söyler. O harfi yumurta ya da taş biçimlidir ve babasının "oh" dediği zaman ağzının aldığı biçimdir. S harfi yılana benzer ve yılanın çıkardığı tıslama sesinin karşılığıdır: Taffimai işte böyle olmayacak bir tarzda bütün alfabeyi tamamlar.

Ortaya çıkan Kuzey Sami Alfabesi'nden, Fenikeliler'in, İsmailoğulları'nın ve Aramiler'in siyasal yönden güçlenmeleriyle ve ticaretin de gelişmesi sonucunda Kenan, Arami, Güney Sami alfabeleri ya da Seba ve Yunan alfabeleri ortaya çıktı.

Batı dünyasının alfabeleri ise Yunan alfabesi yoluyla, büyük bir olasılıkla Fenike alfabesinin gelişmesiyle oluşacaktı. Şair William Blake Jerusalem'de şöyle yazar: "Tanrı... esrarengiz Sina'nın korkunç mağarasında/ İnsana o harika yazı sanatını verdi." British Museum'daki küçük bir sfenks Blake'in en azından alfabenin yeri konusunda haklı olduğunu göstermişti.

Sfenks 1905'te Mısırbilimci Sir Flinders Petrie tarafından uygarlıktan çok uzak bir köşede, Sina'da Serabit-el-Hadim'de bulunmuştu. Petrie, Mısırlılar zamanında işletilen eski turkuvaz madenlerinde kazılar yapıyordu. Sfenks'in 18. Hanedan'ın ortalarına ait olduğunu tahmin ettiyse de, günümüzde İÖ 1500 yılından kaldığı düşünülmektedir. Bir yanında garip bir yazı vardır.

Öteki yanında ve ön ayakları arasında yine yazılar ve "turkuvazın hanımefendisi, Hathor'un sevgilisi" olarak okunan Mısır hiyeroglifleri yer alır. Bu ıssız yerin kayaları üzerine şunlara benzeyen başka yazılar da kazınmıştı:

MISIR'DAN YENİ KANITLAR

Ancak son zamanlarda eski Mısır'daki yeni keşiflerle durum iyice karışmıştır ve şimdi Gardiner kuramının elden geçirilmiş bir şekli mümkün görünmektedir. Yale Üniversitesi'nden arkeolog John Co-leman Darnell ile karısı Deborah, 1999'da Güney Mısır çölünde eski seyahat yollarını araştırırken Thebes'in batısında Vadi el-Hol'da alfabetik yazıyı andıran örnekler bulduklarını bildirmişlerdir. Yazının tarihi ÎÖ yaklaşık 1900-1800'dür ki, bu da Lübnan ve İsrail'deki kitabelerden çok daha önce olmasıyla en eski alfabe yazısı olduğunu gösterir.

İki kısa metin, bir Sami yazısıyla yazılmıştır ve uzmanlara göre harfler Mısır yazısının yarı-bitişik yazı biçimine benzemektedir. Yazarın bir grup paralı askerle dolaşan bir katip olduğu sanılmaktadır (firavunlar hesabına çalışan pek çok paralı asker vardı).

Eğer bu kuram doğruysa, o zaman alfabe fikrinin Mısır hiyerogliflerinden esinlendiği ve Filistin'de değil, Mısır'da icat edildiği anlaşılmaktadır. Ancak bu yeni kanıtlar da kesin değildir ve başka kitabelerin aranmasına devam edilmektedir. Alfabenin kökeni (ya da kökenleri) muamması henüz çözülmemiştir.

Türkçe'nin alfabelerine göz atacak olursak, çok farklı alfabeler kullanıldığını görürüz. 5-6. yüzyıllarda kullanılan Göktürk yazısı, Cermenler'in kullandığı rünik alfabeye benzer. 8-15 yüzyıllar arasında kullanılan Uygur yazısı, Arami alfabesinden türeyen Soyal yazısının son biçimlerinden biridir. Uzun süre Arap alfabesiyle yazılan Türkçe, Türkiye devletiyle birlikte Latin alfabesiyle yazılmaya başlanmıştır.

Akrobat Lambanın İcadı





George Carwandine aslında kiliseye bağlı bir misyoner olmak istiyordu, ancak sağlığı buna imkan vermedi. Misyoner yerine makine mühendisi oldu; basamakları hızla tırmanarak kısa sürede baş tasarımcılığa yükseldi ve 1924 civarında kendi şirketi olan Cardine Accessories'i kurdu. Uzmanlık alanı otomobil süspansiyon sistemleri olduğundan, akrobat masa lambasını geliştirmesini sağlayacaktı.


Carwardine, 1920'lerde üç ayrı düzlemde hareket ettirilebilen, ama seçilen her konumda dengede kalabilecek bir aygıt fikrini geliştirmeye başladı. Bu aşamada fikrini hangi alanda uygulayabileceğini henüz düşünmemişti; zaten bu fikri daha ileri götüremeyecek kadar da meşguldü. Derken, 1931'de danışman mühendis olarak çalışmaya başlayınca, statik denge kavramı üzerine yeniden düşünebilecek zamanı buldu. Bunun çok yönlü bir lamba yapımında kullanılabileceğinin farkına vardı ve birbirinin kuvvetlerini dengeleyen dört yaylı bir sistem tasarladı. 1932'de icadının patentini, "Elastik Denge Mekanizmalarında Geliştirmeler" adıyla aldı ve 1933'te 1208 model lambayı üretmeye başladı. Lambada kullandığı yayları, bu alanda uzman olan Herbert Terry & Sons firmasına özel olarak ısmarlatmıştı.



Şubat 1934'te Carwardine, o dönemde "statik dengeli lamba" adını verdiği yaylı masa lambalarının ticari olarak üretilmesi için Terry's firmasıyla lisans anlaşmasını imzaladı. Daha sonra da, Terry's firmasıyla ortak bir çalışmayla geliştirilmiş üç yaylı bir lamba tasarladı ve yıl sonuna doğru patentini aldı.


Carwardine, fabrikada olduğu kadar konut ve işyerlerinde de faydalı olabileceğini düşünerek yaylı lambaların 1227 olarak tanınan küçük ve hafif bir türünü yaptı. Bu model klasik yaylı akrobat lamba olarak tanındı. Bu lamba 1934'de doğmuş, ama 1947'ye dek resmi bir adı olmamıştı.

Atom Bombasının İcadı





6 Ağustos 1945 tarihinde yerel saatle 08.15'te Hiroşima üzerineüç gün sonra da 9 Ağustos'ta Nagasaki şehrine atılarak 100. 000 den fazla insanın ölmesine yol açan 2. Dünya Savaşını kesin bir şekilde sonuçlandıran atom bombalarının yapılmasıyla ilgili çalışmaların tarihi hayli eskilere kadar uzanır. 

1896 yılında Henri Becquerel adındaki bir Fransız bilim adamıbazı atomların ayrılıp dağılması sonucu meydana gelen radyoaktiviteyi keşfetmişti. Aynı çıkış noktasına dayanarak deneysel çalışmalar yapan Marie ve Pierre Curieradyum ve polonyum adını taşıyan radyoaktif iki eleman buldular. 

Einstein (Aynştayn)'ın 1905 yılında ortaya koyduğu bir formül atomların çekirdeğindeki dev enerjiyi bilimsel bir gerçeklikle açıklamış oldu. Bilginlerin bu alandaki çalışmaları büsbütün yoğunlaştı. 1938 yılında Hahn ve Strassmann adında iki Alman bilginiuzun çalışmalar sonucu uranyum atomunu parçalamayı basardılar. Aradan geçen zaman içinde 2. Dünya Savaşı patlak vermişti. 


Gerek Müttefiklergerekse Almanya hasımlarından daha önce davranarak atom bombasını gerçekleştirmek çabası içindeydi. Amerika Hükümeti bu konudaki çalışmaları 1939 yılında büsbütün hızlandırdı. Aynı yıl içinde Başkan Franklin D. Rosevelt'le görüşen bilim adamları bir atom bombasının yapımı tasarısını açıkladılar. Ertesi yıl bu konudaki çalışmalar için büyük ölçüde ödenek ayrılmıştı. Öte yanda Almanlar da hızlı bir çalışmayla aynı hedefe ulaşmak çabası içindeydiler. 

Uranyumun U-235 isotopu ve atomların "zincirleme parçalanması" işlemi için gerekli "kritik kütle" diye tanımlanan miktarın bir araya getirilebilmesi Amerika Birleşik Devletleri'nin 5 yıl sonra ilk atom bombasını gerçekleştirmesini sağladı. 1945 yılının 16 Temmuz günü Amerika'nın New Mexi-co (Yeni Meksika eyaletindeki Alamogordo hava üssü yakınlarında patlattığı ilk atom bombasıyla 16 kilometre ötede bulunan dağlar aydınlandı. Ateşten bir top 12. 000 metreye kadar yükseldi. Ardından mantar biçimi bir duman sütunu oluştu. Bombanın üzerinde patlatıldığı çelik kule eriyip yok olmuştu. 

Atom bombasının patlaması esnasında meydana gelen ısı uranyum elemanını basıncı çok yüksek bir gaz haline dönüştürür. Patlama anında kütlenin iç yapısındaki ısı 100.000. 000 (yüz milyon dereceyi) bulur. Ardındanbunları tutan maden ceket parçalanır. 

Amerika'dan sonra 1949 yılında Ruslar 1952'de de İngilizler ilk atom bombalarını patlattılar. Böylecedünya tarihinin en korkunç ve en etkili silahı doğmuştu.

Aspirin İcadı





Aspirin, keşfedildiği günden bu yana tıp dünyasında şaşkınlık yaratıyor. Her geçen gün yeni bir hastalığa iyi geldiği belirlenen 108 yıllık Aspirin’in gerçek öyküsü daha eski: Aspirin, tam 3 bin 500 yıl önceye kadar gidiyor.

Tıp tarihçileri 1897 yılını Aspirin’in doğum yılı olarak gösteriyor ancak, insanlık tarihinin en iyi bilinen ilacının coşkulu öyküsü 3 bin 500 yıl önce başladı. Yazılı kayıtlara göre M.Ö. 2’nci yüzyılda romatizma ve sırt ağrısı için kurutulmuş mersin ağacı yapraklarından enfüzyon yapılması tavsiye ediliyordu. Bin yıl sonra tıbbın babası Hipokrat ateş ve ağrı için reçetesine söğüt ağacı kabuğundan ekstre edilen suyu yazdı. Bu, suda bulunan ve ağrıyı hafifleten madde salisilik asitti. Orta çağda doktorlar Hipokrat’ın bu tedavisini unuttu ancak halk söğüdü seviyordu. Bitkilere meraklı otacı kadınlar, söğütlerin kabuklarını toplar, kaynatır, ağrı ve ateşten şikayeti olanlara verirlerdi.

MELON ŞAPKALI KİMYAGER

Suskun dönem, 1763’e kadar sürdü. Bu tarihten sonra söğütten elde edilen salisilik asit etkin maddeli ilaçlar yazıldı hastalara. Ancak tadı acı, yan etkileri ağırdı. Ağrılara iyi geliyor ancak kokusu ve yan etkileri daha da hasta ediyordu.



Bu dertten mustarip biri de Bayer’de çalışan bilim adamı Dr. Felix Hoffmann’in babasıydı. Romatoid artrit (eklemlerin iç yüzlerini etkileyen iltihabi bir hastalık) yüzünden salisilik asitli ilaçlar kullanan baba Hoffmann yatalak olmuştu. Dr. Hoffmann, tıp tarihinin en büyük buluşunu, babasının acılarını dindirmek için yaptı; salisilik asiti, asetilsalisilik asite (ASA) çevirdi. Bayer, iki yıl sonra 20’nci yüzyılın evrensel iksiri olarak adlandırılacak Aspirin’i üretmeye başladı. Aspirin yoksulların satın alacağı kadar ucuz ve kolay bulunan bir ilaç oldu. İnsanları grip salgınlarından korudu. Ağrı kesici deyince akla Aspirin geldi.

Harika ilaç, 1971’e kadar bir sır olarak kaldı. Aspirin’i herkes biliyor ama kimse anlamıyordu; vücuda etkisi hiç bilinmiyordu. Aspirin’in ağrıyı nasıl etkilediğini Prof. John R. Vane buldu. Bu Vane’e Nobel Ödülü ile Sir unvanı kazandırdı.
Tıp bilimi doğal iyileşme sürecini desteklemek ve hastanın ağrısını gidermek için tedavi uygulamaktan oluşmaktaydı. Ateşi düşürmek, iltihabı iyileştirmek ve ağrıyı azaltmak ya da ortadan kaldırmak için prostaglandinlerin üretimini önlemek gerekiyordu.

Aspirin’in yaptığı tam da buydu işte. Bu bulgu, Aspirin üzerine yapılan araştırmaları tetikledi. Bugün yılda 500 Aspirin araştırması yayınlanıyor. Araştırmalar ağrıya ve soğuk algınlığına iyi geldiği bilinen ilacın her geçen gün başka bir etkisini ortaya çıkarıyor.

15 Haziran 2011 Çarşamba

Robot İcadı ve Tarihçesi





Robot" sözcüğünü ilk olarak Karel Capek adlı Çekoslovak bir yazar 1921'de yazdığı RUR (Rossum's Universal Robots) adlı tiyatro oyununda kullanmıştır. Çekoslovakça'da "robota" sözcüğü "zorla çalıştırılan işçi" demektir. Fakat robot fikri 3000 sene öncesine kadar uzanır. Homeros İlyada adlı eserinde hareketli üçayaklılardan bahsetmektedir. Jason ve Argonotlar adlı Eski Yunan efsanesinde de Talos adlı dev bronz nöbetçi karşımıza çıkar. Bu dev, tanrılar tarafından Girit adasını yabancılardan korumak üzere "programlanmıştır." Bir hint efsanesinde de hareket eden mekanik fillerden bahsedilmektedir. Eski Mısırlılar yaptıkları tanrı heykellerine mekanik kollar eklemişlerdir. Bu heykeller, tanrılardan ilham aldıklarına inanılan rahipler tarafından hareket ettirilirlerdi.
İlk dijital bilgisayar ve günümüzde de hala kullanılmakta olan abaküs M.Ö. 1000 yıllarında Hindistan' da geliştirilmiştir.


İlk otomasyon kavramını Aristo'nun ortaya attığı kabul ediliyor. M.Ö. 4. yüzyılda şöyle yazmış: "Eğer her araç kendi işini görebilseydi, insan eline ihtiyaç duymadan mekik kendi dokuyabilse, lir kendi çalabilseydi, yöneticilerin elemanlara ihtiyacı kalmazdı."



M.Ö 300'lü yıllarda mühendisler suyla çalışan otomatları yarattılar. Otomatın buradaki tanımı "kendi kendine hareket eden, insan veya hayvanların davranışlarını taklit eden makina". Bu dönemde İskenderiye'li Hero, Herkül' ün bir ejderhayı okla öldürüşünü ifade eden bir otomat yaptı. M.Ö. 250'de İskenderiye'li mucit Ctesibius suyla çalışan bir saat mekanizması yaptı. Bu icadın önayak olduğu otomatlar ilk nesil robotlar sayılabilir. Otomatların çoğu basit saat zembereği ile çalışan süs ve oyuncaklardı.


1350 yılında Strazburg'daki katedralin tepesine otomatik bir horoz yerleştirilmişti. Her gün öğle saatinde kanatlarını çırparak ötüyordu. 1947'de Venedik'te San Marco meydanındaki büyük saat kulesine iki dev zangoç yapıldı. Aynı dönemde Eb-ül-İz-el-Cezeri adlı bir Arap otomatlar hakkında bir kitap yazdı. Kitapta çamaşır teknesini doldurup boşaltabilen otomatik bir Arap kadını resmediliyordu.
17. ve 18. yüzyılda Aprupa'da robotların bazı özelliklerine sahip olan çok çeşitli otomatlar yapılmıştır. Bunlar çoğunlukla insan veya hayvan hareketlerini taklid eden mekanik oyuncaklardı. Bu otomatların ortak özellikleri şöyledir.


* Eğlence amacı ile tasarlanmışlardı. İnsanlar bu oyuncakların çalışma prensipleri veya mekanizmaları ile değil daha çok görüntüleriyle ve marifetleriyle ilgileniyorlardı.
* Sadece belli bir görevi yerine getirmek için mekanik olarak programlanmışlardı. Başka bir iş yapabilmeleri için sökülüp baştan yapılmaları gerekliydi.
* Algılayıcı veya dedektör benzeri aygıtlar taşımıyorlardı ve çevrelerine bir tepki veremiyorlardı.


Bu otomatlara halkın ilgisi oldukça büyüktü. İnsanlar sadece bu oyuncakları görmek için uzun yolcuklar yapmayı göze alıyorlardı. Krallar ve imparatorlar bu tip insan taklidi mekanik sanat eserlerinin sunulmasından memnuniyet duyuyorlardı. Bu sebeple yetenekli birçok bilim adamı bu alanda çalışma yapmayı tercih etmiştir.
1700'lü yılların ortalarında, Jacques de Vaucanson, insan boyunda birçok otomat yapmıştır. Bunlardan biri lastik dudaklarının ve parmaklarının haraketini kontrol ederek flüte hava üfleyebilen ve tıpkı bir müzisyen gibi flüt çalabilen bir otomattı. Bu otomatın repertuarında 12 melodi vardı.
1769 yılında, Wolfgang Von Kempelen'in satranç oynayan robotu oldukça ilgi çekti. Ancak daha sonra içine yerleştirilen bir çocuk tarafından kontrol edildiği anlaşıldı. Bu sahte robot girişimi otomatların o dönemde oldukça popüler olduğunun bir göstergesi.


1774'de Droz tarihteki en karmaşık otomatlardan birini geliştirdi. "Otomatik sekreter" 40 harf uzunluğunda bir mesajı kalemle yazabiliyordu. Droz'un yaptığı bir başka otomat da oyuncak bir piyano çalabiliyordu.
1801'de Marie Jacquard numerik olarak kontrol edilebilen ilk makineyi, delikli kartlarla dokunacak desenin kontrol edilebildiği mekanik dokuma tezgahını icat etti.


1805'de Maillardet yaylarla çalışan, resim çizebilen, İngilizce ve Fransızca yazabilen bir otomat yaptı. Alışılagelmişin dışında bir hafızası ve milimetrik denilebilecek hareketleri vardı. Otomat beş satırlık Fransızca bir şiiri kalemle çok düzgün bir şekilde yazabiliyordu. Otomatın bir resimde de limanda demirlemiş üç gemi bütün ayrıntılarıyla çizmişti. Bu otomat bir yangında zarar görmüş ve kimliği kaybolmuştu. Daha sora Philedelphia'da Franklin Enstitüsü'nde yeniden restore edilmiş ve tekrar çalıştırıldığında yazdığı şiirin sonuna eklediği "Ecrit par L'Automaton de Maillardet" (Maillardet'nin otomatı tarafından yazılmıştır) yazısı sayesinde kimliği yeniden açığa çıkmıştır.


1876 Dünya Fuarı'nda gerçek insan boyunda otomatik ressamlar, iskambil sihirbazları ve üflemeli aletler çalan müzisyenler büyük izleyici kitlelerini eğlendirdiler. Birkaç yıl içinde, Thomas Edison "fonograf" adlı icadının küçültülmüş bir halini kullanarak meşhur konuşan bebeği tasarladı. 1890'larda Nikola Tesla ilk uzaktan kumandalı araçları geliştirdi.
1928'de Londra'da elektrikle çalışan bir robot yapıldı. Elektrik motoru, elektromıknatıslar, makaralar, çarklar içermesine rağmen bu robot yalnızca kendi içinde hareketliydi, yani gezemiyordu, sabit bir erişim sahası ile sınırlıydı.
1930'lu yıllarda uçak tasarımcıları uçaklar için otomatik pilotu tasarladılar. Bunlara Avrupa'da robot pilot deniliyordu. Aynı dönemde ilk olarak sprey boya ile duvarları boyayan endüstriyel robotlar yapıldı. Bu makinalar verilen bir görevi yerine getirebilmek için önce bir alıştırma ve eğitim evresinden geçiyorlar, bu evrede yaptıkları hareketlerin bilgilerini kaydediyorlar ve daha sonra bu kaydı kullanarak hareketleri tekrar ediyorlardı.
1940'larda Westinghouse yatay düzlemde bağımsız olarak tümüyle hareket eden iki robot yarattı. "Electro" adlı robot, dansediyor, 10'a kadar sayıyor, sigara içiyor ve yeni Westinghouse ürünlerini tanıtıyordu. Arkadaşı robot köpek de yanında yürüyor, arka bacakları üzerine kalkıyor ve havlıyordu.
Hiçbir insan müdahalesi olmadan, çevresindekileri algılayıp tepki vermek üzere programlanabilen ilk robot yapay zeka labaratuvarlarında algılama ve görme ile ilgili teorileri test edebilmek amacı ile tasarlanmıştır. Bu tip çalışmalardan biri de 1940'lı yılarda Shannon geliştirdiği labirent çözebilen bir faredir. Bu fare basit bir öğrenme algoritması ile çalışıyordu.
1953 yılında Grey Walter robot bir kaplumbağa geliştirdi. Oval şekilli bu kaplumbağanın hareket etmesi ve yön değiştirmesi iki motorla sağlanıyordu. Kaplumbağa, ufak noktasal ışık kaynaklarının yerleştrildiği karanlık bir odada ışık dedektörleri ile ışığı algılayıp, ışık şiddetine bağlı olarak ışık kaynağına döğru yöneliyor veya ışık kaynağından uzaklaşıyordu. Kaplumbağa aynı zamanda enerjisi azalınca priz bulup kendisini şarj edebiliyordu.


1953'te Japon firması Seiko farklı tipdeki birçok saat parçasının montajını yapan minyatür bir robot geliştirdi.
1954'te George Devol ilk bilgisayar kontrollü endüstriyel robotun patentini aldı ve Joeseph Engleberger ile birlikte Unimation şirketini kurarak General Motors'a üretim hattı için güçlü robot kollar üretmeye başladılar. Böylece endüstriyel robot devrimi başlamış oldu. Amerikalı mucit Devol' ün iki icadı modern robotların gelişimde büyük rol sahibi olmuştur. Bunlardan biri elektrik sinyallerini magnetik olarak kaydeden ve daha sonra bu kaydı tekrarlayarak bir makinayı kontrol edebilen bir aygıttı.


1960'ların sonlarında araştırmacılar "Shakey" adında bilgisayar kontrollü bir robot geliştirdiler. Shakey etraftaki eşyalara çarpmadan odalar arasında dolaşabildiği gibi, sesli komutlara göre tahta kutuları üstüste dizebiliyordu. Hatta kutuların düzgün durup durmadığını kontrol ediyor, gerekirse düzeltiyordu. Bir defasında, Shakey'e yüksek bir platformdaki bir kutuyu aşağı itmesi söylenmişti. Shakey kutuya yetişemiyordu ama oraya çıkmasına yarayacak bir eğik düzlemi platformun yanına itti, eğik düzleme tırmanarak yukarı çıktı ve kutuyu aşağı itti.

Akümülatörün İcadı





KURŞUNLU AKÜMÜLATÖRLER


Bunlar, 1859′da Plante tarafından bulunmuştur, bugün de en çok kullanılan akümülatörlerdendir. Bir sülfürik asit eriyiği içine batırılan iki kursun levha yeterince elektromotor kuvveti bulunan bir doğru akım üreticisinin kutuplarına bağlanır; pozitif elektrot levha aşırı oksitlenir, negatif elektrot levha da hidrojeni alır; bu levha önce oksit haline getirilmişse, hidrojen onu redükleyerek kurşun haline sokar. Bu halde elektrotlar kutuplaşır.


Elektrolitten çıkan gazlar, plakalar tarafından tutulamaz hale gelip yayılmağa başlayınca, akümülatör dolmuş demektir. Bundan sonra plakalar üreteçten ayrılır da dirençli bir iletkenle birleşlirilirse, doldurma esnasında görülen kimyasal reaksiyonların tersini meydana getiren bir akım geçer ve kurşun plakalar ilk hallerine döner; bu halde akümülatörü yeniden doldurmak gerekir. Akümülatörün kapasitesi (boşalması sırasında verebildiği elektrik miktarı), plakaların doldurma esnasında uğradıkları değişiklik oranında büyüktür ve doldurma, boşalma sayısıyla artar.



Plakaların oksitlenmeleri ve redüklenmeleri, bunları süngerimsi gözenekli bir hale getirir ve elektrolize gazların girmesini kolaylaştırır; bunun için, akümülatörlerin kullanıla kullanıla oluştukları söylenir. Tabii oluşum uzun ve pahalıdır; hemen hemen terk edilmiştir; yerine suni oluşum kullanılır: plakalar kafes şeklinde antimuanlı kurşundandır ve bunların gözlerine aktif maddeler konur (pozitif plakaya sulyen, negatif plakaya da litarj denir).


Kurutmadan sonra birkaç plaka aynı desteğe bağlanarak akümülatörün elektrotları meydana getirilir. Elektrotların elementleri pozitif ve negatif levhalar biniştirilerek yerleştirilir ve bu levhalar birbirlerinden ayırıcılarla izole edilir. Bu tedbir alınmazsa, dış pozitif plaka zamanla bozulur, kullanılmaz hale gelir.


Elektrolit, damıtık su içine azar azar ve karıştıra karıştıra arı sülfürik asit dökülerek hazırlanır. Bu şekilde hazırlanan elektrolitin yoğunluğu. 24 ile 28 derece Baume arasında olmalıdır. Doldurma devresi haricinde, bir elementteki elektrolit seviyesi, plakaların üst kısmını 10 mm. kadar geçmelidir. Akümülatör kullanılırken bu elektrolit seviyesi yalnızca damıtık su dökülerek sağlanmalıdır. Bir akümülatörün içinde meydana gelen kimyevi reaksiyonlar iyice bilinmemektedir. Genellikle iki teori kabul edilir: çift sülfatlaşma teorisi ile Fery teorisi.


Doldurmanın daha başlangıcında, 2 voltluk bir zıt elektromotor kuvvetinin varlığı görülür; bu kuvvet, doldurmanın sonuna doğru 2,5 volta yükselir. Boşalma iki devre olarak ele alınabilir: birinci devrede elektromotor kuvveti 2 volt civarında kalır, ikinci devrede hızla düşer. Doğrusu, birinci devreyi kullanmaktır, yoksa akümülatör sülfatlaşır ve yeni doldurma esnasında az iletken olan bileşikler meydana gelir.


Kurşunlu akümülatörün kapasitesi, toplam ağırlığının her kilogramı basına 30 As’tır. Elektrik miktarı bakımından verim (boşalmada alınan elektrik miktarının dolma esnasında verilen elektrik miktarına oranı) yüzde 90, enerji bakımından verim ise yüzde 60 kadardır. Kurşunlu akümülatörler, kullanılmadığı zaman yükü kendiliğinden kaybeder, bu da sülfatlaşmaya yol açabilir. Bu yüzden, iyi verim elde etmek için çok dikkatli bir bakım gerekir. Kurşunlu akümülatörlerin iç dirençleri zayıf olduğu, plakalar çabuk bozulduğu için bunlar kısa devreye dayanmaz.


ALKALİK AKÜMÜLATÖRLER.


Alkalik akümülatörler, Edison’un ve bazı Fransız bilginlerinin araştırmaları sonucu yapılabilmiştir. Bunların elektrotları demir ve nikel plakalardır. Bugün kullanılan şekillerinde, negatif elektrot kadmiyum karıştırılmış demir bir plakadır; elektrolit de, içine biraz litin eklenmiş potasyum hidroksit eriyiğidir. Bu akümülatörler son derece dayanıklıdır, fazla bakım da istemez; buharlaşan su yerine damıtık su eklemek yeter.


Tamamıyla boşaltılabilir ve hızlı boşalmaya dayanırlar. Kapasiteleri aynı ağırlıktaki kurşunlu akümülatörlerinkinden daha fazladır (toplam ağırlığın her kilogramı başına 45 As.); fakat gerilimleri daha zayıf ve daha az sabittir (ortalama 1,25 volt). Havada karbonat meydana getirmeleri zamanla kapasitelerini düşürür, sakıncalarından biri de nispeten pahalı oluşlarıdır.


ÇİNKO-GÜMÜŞLÜ AKÜMÜLATÖR.


Elektrolit, potasyum hidroksitin sudaki eriyiğidir; pozitif elektrot toz halinde gümüş, negatif elektrot da pirinçten yapılmış bir kafesin gözlerine konmuş çinkodan ibarettir. Kutuplar arasındaki gerilim 1,5 volt; nicelik bakımdan verim birim’e yakındır ve kütle enerjisi kurşunlu akümülatörünkinden iki veya üç defa daha büyüktür. 1941 yılında A. Andre tarafından yapılan bu akümülatörün parlak bir geleceği olduğu söylenebilir.


Akümülatörler istenilen anda, istenilen yere enerji nakletme imkânını sağlar. Ağırlıklarına oranla depo ettikleri enerjinin zayıf olmasına ve verimlerinin yüzde 50′yi geçmemesine rağmen, elektrik akümülatörleri sanayide, trenlerin aydınlatılmasında, otomobillerde, sabit veya hareketli tesislerin elektrik motorlarını çalıştırmakta çok faydalı araçlardır. Kusurlarına rağmen, akümülatörler enerji depo etmek için en iyi cihazlardır. Bu bakımdan akümülatörler. basınçlı hava veya sıcak su makinalarından çok üstündür.


Bir otomobilde akümülatör, dinamonun sağladığı elektrik akımını depo etmeğe, daha sonra da bunu otomobildeki çeşitli kısımların çalışması için dağıtmağa yarar. Dinamo ile akümülatör arasına konulan konjonktör-disjonktör, motor yavaşladığı ve ya durduğu zaman akümülatörün dinamo üzerine boşalmasını önler.


Akümülatörler (kurşunlu) birbirlerine bağlanarak bataryalar meydana getirilir: her bataryada elektromotor kuvveti 2 volt olan birkaç eleman bulunur. 6 voltluk bir bataryada seri bağlı 3 eleman, 12 voltluk bataryada ise 6 eleman bulunur. Her eleman kutupları arasındaki minimum gerilim 1,8 volttur. Normal olarak dinamo, akümülatör bataryasına yük sağlar, fakat gerilim minimum değerinin altına düşünce bataryayı doldurmak gerekir.

Penisilinin İcadı






Penisilin, 1928 yılında Londra'da Sir Alexander Fleming tarafından Penicillium Notatum adlı küfte keşfedilen antibiyotik. Bu madde, ilk olarak 1911 yılında bir İskandinavyalı tarafından tanımlanmış olmakla beraber o yıllarda iyileştirici gücü bilinmemekteydi. 1945 yılında Fleming'le birlikte Nobel Ödülünü kazanan Oxford'lu Florey ve Chain, penisilinin kitle halinde elde edilebilmesini temin etmişlerdir.


St. Mary Hastanesi'nde danışman olarak çalışan ve Alexander Fleming'in hayatta kalan tek meslektaşı ünlü bilim adamının penisilini 1928 yılında bir rastlantı sonucu bulduğunu anlatmıştı.
Fleming bir deney üzerinde çalışırken muhtemelen laboratuvarın karşısındaki bardan uçup gelen bir küf mikroskoptaki lamın üzerine konmuştu.
O sırada Fleming lam üzerinde zararlı bir bakteri türü olan stafilokokları inceliyordu. Dikkatsiz bir bilim adamı bu küfü büyük olasılıkla önünden uzaklaştırırdı ama o küfün bakteri üzerindeki etkisini görmek istedi. Sonuç hayret vericiydi... Çünkü Fleming "Penicilim notatum" isimli yeşil küfün bulunduğu bölümdeki bakterilerin öldüğünü fark etmişti...
Daha sonra gerçekkleştirilen testlerde bu küfün diğer bakteriler üzerinde de etkili olduğu ortaya çıktı. Tavşan fare ve insanlar üzerinde yapılan testler sonunda açık bir yan etkisinin de olmadığı görüldü. Ne var ki Fleming küften sızan maddeyi bir türlü keşfedememişti.
Sonuç olarak 1939 yılında Oxford'dan Howard Florey ve Ernst Chain bu maddeyi ayrıştırmayı başardılar ve buna "penicilin" adını verdiler. Bu madde öldürücü bakteriyel hastalıklarla savaşabilen ilk antibiyotik olarak tarihe geçti. Fleming ve diğer iki bilim adamı 1945 yılında Nobel Ödülü aldılar... Çünkü milyonlarca insanın hayatını kurtaran bir buluş yapmışlardı...

Şeker Pancarının İcadı





Havagazı önemli bir keşif olmakla birlikte bir lükstü de. Çünkü XIX. yüzyılın ilk, on yılı içinde asıl sorun yiyecek ve savunmaktı.


Savunma: Daha önce de dediğimiz gibi bakır piyasasını İngilizler tutuyorlardı ve bu madeni, çanları eriterek elde etmişlerdi. Güherçile de, ülkede çıkmadığından, barut imal etmek için nemli mahzenlerin duvarlarında kendiliğinden meydana gelen maddeyi kazıyorlardı. Karbon, kükürt ve güherçilenin karışımından meydana gelen barut yalnız savaşlarda değil, maden ocaklarında ve yapı mühendisliğinde de kullanılmaktaydı. XIX. yüzyılın sonlarında Nobel dinamiti icat edinceye kadar barutun bileşimi değişmedi Fransız kimyacıları Henri Braconnot (1780-1855) ve Jules Pelouze (1807-1867) 1830′da nitroselülozu. Alman Christian Friedrich Schoenbein (1799-1868) pamuk-barutu ve Torinolu Ascanio Sobrero da 1846′da nitrogliserini bulmuşlardı. Ancak, nitroselüloz olsun, nitrogliserin olsun işlenmez, hatta yararlanılmaz patlayıcılar halindeydiler. Bunları Nobel işledi.


Yiyecek: İlk iş olarak, Amerika’dan getirilmekte olan fakat İngilizler yolu kapattıkları için müthiş sıkıntısı çekilen şekerkamışının yerini tutabilecek başka bir şey bulmak gerekiyordu. Şeker imaline yarayacak bir bitki var mıydı acaba? Bu soruyu ilk ortaya atan 1747′de Alman kimyacısı Andreas Sigismund Marggraf (1709-1782) oldu. Berlin Bilimler Akademisinde şeker pancarından nasıl şeker üretilebileceğini anlattı.



Marggraf’ın anlattıkları teorik görüşlerdi. Eliğinin öğrencilerinden François Achard (1753-1821) hemen bu teorilerin uygulamasına geçti ve 1796-1800 yılları arasında sürdürdüğü çalışmaları sonunda şeker pancarından şeker elde etmeyi başardı. Prusya kralının koruması altında bir fabrika kurarak, günde 3.500 kilo şeker pancarı işlemeye başladı. Ne yazık ki, ekonomik bunalım içinde ve Fransa’nın güçlü baskısı altında olan ülkesi, girişimlerini destekleyecek durumda değildi. Eli kolu bağlanan Achard, çalışmalarından bir başkasının yararlandığını görmenin acısı içinde yaşadı.


Bu başkası, eski Fransız subayı Benjamin Delessert (1773-1847) idi. Paris’te 1801�de ilk Fransız pamuk ipliği fabrikasını kurmuştu. Ertesi yıl bunu, üretimi Marggraf-Achard yöntemine dayanan ilk şeker fabrikası izledi. İlk ürününü 2 Ocak 1813′te aldı ve sevinçten uça uça bunları Baron Chaptal’a götürdü. O da hemen Napolyon’a koşturdu. Buna son derece sevinen Napolyon’un bizzat fabrikaya gelip sanayiciyi kutlayacağını Chaptal, Delessert’e şu satırlarla müjdeledi:


İmparator fabrikanıza geliyor. Ondan önce orada bulunacağım. Acele gelin. Chaptal. 2 Ocak, öğle


Şeker pancarından şeker yapımı, XIX. yüzyılın ilk yıllarının en önemli kimya sanayii icadıdır. Kısa zamanda bütün dünyaya yayıldı ve fiyatlar durmadan düştü. Çünkü 1836′da günde 1.000 kilo pancar işlenebilir ve 50 kilo, şeker alınabilirken, 1841′de aynı sonuç 750, 1850′de 650 ve 1860′ta 550 kilo pancardan alındı.

Düdüklü Tencerenin İcadı





Tencere daha 14. yüzyılda hemen hemen tamamıyla bugünkü şeklini aldı. O zamanlar tencereler sadece yemek pişirmek için değil, su kaynatmak hatta içinde çamaşır yıkamak için bile kullanılıyordu. En eski


Düdüklü tencerelerin yan yüzleri basınca dayalı malzemeden yapılır. Kapaklan ise ilginçtir. Çevrilince tencerenin ağzını içten sıkı sıkı kapatırlar ve buharın kaçmasına mani olurlar.


Su 100 derecede kaynar demek tek başına doğru bir ifade değildir. Düdüklü tencerenin pişirme prensibinde suyun kaynama özelliği yatar. Kaynama sıcaklığı atmosfer basıncı ile doğrudan ilgilidir. Basınç atmosfer basıncından düşükse, su daha düşük sıcaklıklarda da kaynayabilir veya basınç atmosfer basıncından yüksekse suyun kaynaması için daha yüksek sıcaklıklar gerekir.
Normal tencere ısıtıldığında su 100 derecede kaynar ve tüm su kaynayana kadar bu sıcaklık sabit kalır, yemek de bu sıcaklık da pişer. Düdüklü tencerede ise buhar dışarı kaçamadığından tencerenin içindeki basınç gittikçe artar, dolayısıyla su 100 derecede kaynamaz, tenceredeki sıcaklık 130 dereceye kadar çıkar.



Böylece pişirilmesi istenen besinlerin ısısı suyun kaynama derecesinden çok daha yükseğe çıkar. Bu yüksek sıcaklık yiyeceğe süratle nüfuz ederek, vitamin ve minerallerini kaybetmeden daha çabuk pişmesini sağlar. Bundan dolayı et haşlaması en çok yarım saatte, kuru sebzeler yirmi dakikada pişebilirler.


Gelelim düdüklü tencerenin öyküsüne. 1682 yılının 12 Nisan akşamı Londra’da bir evde kraliyet sosyetesinden bir grup yemek yiyeceklerdir. Bu yemek o güne kadar yenmiş yemeklerden farklıdır çünkü davetlilerden Fransız mucit, 35 yaşlarındaki Deniş Papin, yemeği son buluşu olan, her tarafı kapalı, üzerinde emniyet vanası olan bir kap içinde pişirecektir.


Papin, gazlarla ilgili ana kanunları formüle eden İrlandalı fizikçi Robert Boyle’nin asistanıdır ve kabın içindeki buhar basıncını arttırarak, yemeğin sıvı kısmının kaynama noktasını yükselten bu buluşunu 1679′da gerçekleştirmiştir. Yemekte bulunanlar pişen etten o kadar memnun olmuşlardır ki, bu buharlı tencere süratle yayılmış, hemen hemen bütün yiyeceklerin hatta pasta ve pudinglerin pişirilmelerinde bile kullanılmıştır.


Her icadın ilkinde olduğu gibi, bunda da bazı aksamalar olmuş, emniyet valfı sık sık tutukluk yapmış, güzel bir akşam yemeği yemeye hazırlananlar, tencere patlayınca yiyecekleri duvarlarda seyretmek zorunda kalmışlardır. Bu patlamalar düdüklü tencerenin neredeyse 150 yıl unutulmasına yol açmıştır. Tekrar popüler olması ise Napoleon Bonaparte sayesinde olmuştur.


‘Bir ordu midesi üzerinde hareket eder’ diye bir vecizenin sahibi olan Napoleon askerlerine yiyecek ikmalini sağlıklı yapamamaktan şikayetçi idi. Bu sorunu çözmek için parasal ödül vaat etmesi üzerine Fransız şef Nicholas Appert, Papin’in buluşunu geliştirerek günümüzdekine benzer pratik bir düdüklü tencere yapmış ve tekrar yaygın olarak kullanılmasını sağlamıştır.

Mors Telgrafı İcadı





1793′te Convention Meclisi, Claude Chappe’inkini resmen tanıdı diye öteki mucitlerin kabuklarına çekildiklerini ve kendilerini yenilmiş saydıklarını sanmamalıyız. Mucit her şeyden önce inançlı kişidir. Dehasına çılgın bir güven vardır ve hatta bir rakibin başarısı bile kendisinin yanlış yolda olduğuna inanması için yeterli değildir. Öyle ki, Chappe şebekesi kurulup işletilmeye başlandığı halde, optik telgrafın en iyi yol olmadığına, ses ve elektriğe dayanılarak daha verimli sonuçlar alınabileceğine inananlar, kanılarına uygun araştırmalarını sürdürmeye devam ettiler.


Özellikle elektrikli telgraf birçok muciti meşgul etmekteydi. Çünkü gece ve sisten etkilenmeyişi, düzenli kullanılmasını ve güvenilir bir araç olmasını sağlayacak bulunmaz bir nitelikti. Böyle düşünenlerin başında Georges Lesage (1724-1803) gelmekteydi. Meydana getirdiği her biri alfabenin bir harfini yollayan 24 tellik makineyi 1774′te denemeye koydu. Ucuna bağlanan bir elektrostatik makineyle elektriklenmiş olup öbür uçta bulunan ufak bir topu itmekteydi. Bu sistem değişik şekiller altında Fransa’da Lomond, Almanya’da Reiser, İspanya’da Bettancourt, sonra da Salva tarafından denendi.


Bunların iki ortak kusuru vardı: Önce, elektriklenmiş maddelerin itilmesi makinenin alıcı kısmında karışıklıklar çıkarmaktaydı, sonra daha da önemlisi, elektrostatik deşarj, pratik olmayan bir araçtı. Bu, 1800′de Volta pillerinin icadından sonra daha belirli olarak meydana çıktı. Bu pil, araştırmacıların emrine sürekli bir akım vermekteydi.



Bundan ilk yararlanmasını bilen Bavyeralı bilgin Soemmering oldu. Onun da makinesinde Lesage’inki gibi 24 hat vardı ve bunların her birinin karşı ucu bir voltametreye bağlı duruyordu. Gönderilen harfler, o harflere karşılık olan voltametrenin içinde meydana getirdiği baloncuklardan anlaşılıyordu. Makine henüz işe yarayamayacak ilkellikteydi ve kullanılır hale gelmesi için daha birçok icatların yapılmasını beklemek gerekti.


Bu buluşlar 1819 -1833 yılları arasında yapılan elektrodinamik konusundaki icatlardır. Bu alanda Oersted. Ampere ve Faraday gibi büyüklerin adları duyuldu. Bu kişilerin araştırma ve icatları sayesinde telgrafçılar elektro-mıknatıs gibi kımıldayan toplarla ya da pilde oynaşan baloncuklarla kıyaslanmayacak duyarlıkta bir araç elde ettiler. Mıknatıs konusunda araştırmalar da yapmakta olan büyük Matematikçi Gauss, Fizikçi Weber’le birlikte 1833′te Goetingen’de bu ilkeyle işleyen bir elektrikli telgraf istasyonu kurdu. Bu alıcı aynalı bir galvanometre olup mesajları yansıyan ışıklar şeklinde alıyordu. Bu ilkeyi Gauss ve Weber’le aynı zamanda başkaları da kullanmaktaydılar: Rusya’da Schilling, (1786-1837), İskoçya’da Ritchie ve Alexander…


Aynı ilkeye dayanan bu çalışmaların ayrı yerlerde ve aynı zamanda sürdürülmesi elektrikli telgrafın verilerinin birleştirilmiş ve kafalarda imgelenmiş olduğunu ispatlamaktadır. Bilim adamları gerekli öğeleri getirmişlerdi, iş teknisyenlerin hüner ve yaratıcılığına kalmıştı. Güçlü hayal ve hüner sahibi mucitler hemen hemen bütün büyük ülkelerde bulunduğundan telgrafla ilgili bir yığın projeler meydana getirilmekteydi.


İngiltere’de, Schilling’in deneylerini izlemiş olan Cooke adlı bir öğrenci Charles Wheatstone (1802-1875) adlı bir bilginin yardımıyla 1837′de kadranlı bir telgraf imal etti. Bunda harfler galvanometrenin beş iğnesiyle gösterilmekte ve bu iğneler vericinin maniplesine aynı sayıda telle bağlı bulunmaktaydı.


Almanya’da, Münih Üniversitesi fizikçisi Cari Steinheil (1801 -1870) pilin yerine iki yönde akım veren bir endüktör kullandı. Ve bu iki akımı bir elektromıknatısın üzerine uyguladı. Makine gerektiği gibi işletildiğinde, alıcıda elektromıknatısların karşıtlı sapmaları görülüyordu. Bunlara birer kalem bağlanıp önünde bir kâğıt şerit çevrildiğinde, kâğıda şekiller çizilmekte ve bunlar önceden tespit edilen kotlarla yorumlanabilmekteydi. 1837-1838 yıllarında Steinheil bunu bir millik uzaklıkta denedi. Cooke’unkine olan üstünlüğü tek telle işlemesiydi ve akımın dönüş teli de kaldırılmıştı. Mucit-bilgin toprağın dönüş iletkenliği görevini yapabileceğini bulmuştu.


Amerika’da telgrafçılık alanına atılan kişi bir öğrenci ya da bir bilim adamı değil, ünlü bir ressam oldu: Samuel Morse. 27 Nisan 1791′de dünyaya gelmişti. O da Fulton gibi sanata İngiltere’de ve Benjamin West’in desteğiyle atılmıştı. Yoksulluk ve türlü mutsuzluklarla geçen yıllardan sonra A.B.D.’nin resmi ressamı olmuştu. Tumturaklı ve usta fırçasıyla ülkesinin önemli tarihi olaylarını tuvale aktarmaktaydı. Bundan başka Washington, La Payette, Monroe gibi ünlü general ve siyaset adamlarının portrelerini yapmıştı. Öyle ki, 1829′da Fransa’ya geldiğinde bir ünlü kişi sıfatıyla akademi artistleri ve siyaset adamları tarafından karşılandı.


Bununla birlikte adını ölümsüzleştirecek olan hikâyesi, 3 yıl sonra Amerika’ya dönmek üzere bindiği Fransız gemisi Sully’de başladı. Orada, öğrenimini Fransa’da yapmış olup belki de hatıra diye ülkesine bir elektromıknatıs götürmekte olan vatandaşı genç kimyacı Charles Jackson ile tanıştı. Bu araç hakkında gemide yapılan tartışmalar Morse’un ilgisini çekti. Ancak, bir ressamdan beklenmeyecek kadar bu konulara yakınlığı olsa gerekti ki, geminin kaptanına gerçek bir kehanet diye niteleyebileceğimiz şu sözleri söylemişti:


“Kaptan, günün birinde telgraftan dünyanın harikalarından biri diye söz ettiklerini duyarsanız, onun 13 Kasım 1832′de Sully’de icat edildiğini hatırlayın.”


Havadan bir söz mü? Sanatçı düşleri mi? Bunları söyleyemeyiz. Çünkü 1837′de, İngiltere’de Cooke ve Wheatstone, Almanya’da Steinheil, kendi icatları olan telgrafların beratlarını alırlarken, New York’ta resim sanatı profesörü olan Morse da aynı formalitelerle meşguldü. Makinesi kısa bir süreden beri birçok ülkede kullanılanlara benzer bir mekanizmaya sahipti: Dokunulduğunda elektriklenip devreyi kapatan eksenli bir maniple, alıcıdaysa elektromıknatıs tarafından çekilen oynak bir armatür ve bunun bir kâğıt şeridi üzerinde bıraktığı izler… Çalışmalarına Mühendis Alfred Vail da katılmış ve mucite bazı çok yararlı bilgiler vermişti. Bunlardan en önemlisi bugün Morse dediğimiz alfabe konusuyla ilgili olanıdır.


Morse telgrafını dünyanın çok kısa bir sürede benimsediği ve fabrikatörlerin imal etmek için birbirleriyle yarışa başladıkları sanılmasın. Gerçekten, Cooke-Wheatstone ya da Steinheil’inkinden belli üstünlükleri yoktu. Kaldı ki bir ressamın, bilginlerin alanına burnunu sokmasını kimse hoş karşılamıyordu, İngiltere işi teknisyenliğe döküp zavallı Cooke’u uzaklaştırmış olan Wheatstone’dan başka kimseye güvenmeye niyetli görünmüyordu. Almanya da yalnız Steinheil’i tutmaktaydı, Fransa ise hâlâ Chappe’dan vazgeçmiyordu. Morse’a da başkent başkent dolaşıp hükümetlere, icadıyla ilgilenmeleri için dil dökmek kalıyordu.


1848′de İngiltere’deki birçok demiryolu şirketi Wheatstone’un sistemini uygulamaya başlamıştı bile. Ve yalnız ulaşımda kullanmakla yetinmeyip halkın hizmetine de sunmuşlardı. Öte yandan Bavyera’da Steinheil, Prusya’da karmaşık ve güç bir sistem olan Siemens-Halske kullanılmaktaydı. Avusturya, Wheatstone’un bir değişik şekli olan Bain sistemini kabul etmiş. A.B.D.’deyse Morse, Senato’yu sonunda ikna edebilmiş ve Meclis, Washington-Baltimore arasında (64 km.) bir hat kurulması için 30.000 dolarlık kredi verilmesini kabul etmişti.


Bu kararın tarihi, deneyin de yapıldığı 24 Mayıs 1844′ tür. Morse, jüri ve davetlilerle birlikte Washington’da bulunuyordu. Vali ise Baltimore’daydı. Genç bir kız İncil’i açtı ve şu başlığı okudu: “Tanrı neyi yarattı?” Morse, Baltimore’a bu cümleyi iletti ve Vail derhal aynı şeyleri geri gönderdi. Karşılığın çabukluğu inançsızların duraksamalarını bir anda sildi ve Baltimore’dan bir ailenin, telgrafla akrabalarına sağlık haberini göndermesi üzerine taşkın heyecan gösterilerine dönüştü. Morse’un kaderi yeni bir şekil almıştı. Elbette, her büyük icattan sonra olduğu gibi aleyhine üst üste davalar açılacaktı, ama mucit başardığına ve zamanın kendi lehine çalışacağına emindi.


Morse’un karşılaşacağı en büyük güçlük, kendisinin de tahmin ettiği gibi, kurulmuş olan tesisleri yıkmaktı. Gerçekten uygar ülkelerin çoğunda telgraf bir süreden beridir işlemekteydi, öyle ki, büyük masraflarla meydana getirdikleri tesisleri, yeni bir makine için bozmaya hiç biri niyetli görünmüyordu.


Steinheil değerli bir bilgin olduğu kadar mert karakterli bir insandı. Rakibinin sistemine ilk katılan o oldu. Böylece Alman şebekesi Morse’la donatıldı ve 1850′de 2.400 km.’yi aştı. Hollanda şebekesi 1845′te ve Morse’un, Wheatstone’u güçlükle yendiği Belçika şebekesi de 1847′de açıldı. Aynı tarihte fizikçi ve siyaset adamı Carlo Matteuci (1811-1868) İtalya’yı önce kadranlı bir makineyle, sonra Morse’la bu devreye kattı. Onu 1850′de Rusya, 1852′de İsviçre, 1845′te İspanya izlediler.


Ya Fransa? Geleneksel Chappe’a sıkı sıkı sarılmış olan hükümet ve yöneticiler elektrikli telgrafın ateşli taraftarlarının şiddetli yermelerine inatla karşı koymaktaydılar, İngiltere’de Wheatstone’un, Bavyera’da Steinheil’in sistemleri güzel güzel işliyor, Amerika’da Morse’un New York-Baltimore hattının başarısının yarattığı heyecanın yankıları ta oradan duyuluyor ve Fransa durmuş, Chappe kulelerini geliştirmeye bakıyordu. Bu utanç verici gecikmeye şiddetle dikkati çeken Arago oldu. Bu konuda nasıl olduysa, demiryolundakinden daha sağduyulu bir davranışı benimsemişti. Böylece, 1844 yılında, Paris-Rouen arasına bir deneme hattı çekilmesi için 240.000 franklık bir kredi verilmesi kabul edildi ve işlerin yönetimine Mühendis Louis Breguet (1804-1883) atandı.


Bu ad, yüzyılın en ünlü saat ve Chappe araçları yapımcısı Abraham-Louis Breguet’den (1747-1823) ötürü saygıyla anılmaktaydı: Torunu Louis Breguet bu ünü hem pekiştirmiş, hem bilgin soyunun devamını sağlamıştı. Oğlu Antoine Breguet (1851 -1882) sanayi elektrikçilikte ün yapmış ve torunu Louis Breguet, havacılığının öncülerinden ve kahramanlarından biri olmuştur.


Paris-Rouen hattını kurmakla görevlendirilen Breguet’nin her şeyden önce çetin bir sorunu çözümlemesi gerekiyordu. Telgraf idaresi müdürü Alphonse Foy, servislerinin bu faaliyete yardımcı olmalarını ilke olarak kabul etmekle birlikte, kurulacak istasyonun, Chappe’ın işaretlerini vermesini şart koşuyordu. Breguet bu kalın kafalıyla mücadeleden yılmadı ve onu, iğneleri Chappe’ın hareketlerini tekrarlayan bir kadranlı makine göstererek kandırdı.


Paris-Rouen hattı yenilik taraftarlarını haklı çıkarttı. 1846′da yeni bir hattın (Paris-Lille) kurulmasına karar verilmesi, Fransa’nın da elektrikli telgraf çevresine katıldığına işaretti. Zaten Foy-Breguet sistemi sekiz yıl sonra değiştirildi ve Morse kabul edildi, öte yandan kadranlı Breguet telgrafı demiryolu şirketlerince yüzyılın sonlarına kadar kullanıldı.


A.B.D. telgraf telleriyle örülüyordu. Bunların uzunluğu 1855′te 45.000 km.’yi bulmuştu. İngiltere dışında Avrupa ve dünyanın çoğu ülkeleri Morse makineleriyle donanmıştı. Yaşlı mucit hayatının son yıllarında üne, huzura ve servete kavuşmuştu. Kendisine bir ata gibi saygı gösteriliyor, madalya ve onurlar veriliyor, akademiye seçiliyor, kendi heykel -anıtının açılış töreninde bulunuyordu. 2 Nisan 1872′de öldüğünde adı, bir özel ad olmaktan çıkmış, cins ‘isim’ olarak sözlüklere girmişti.

Mutfak Robotu - Mikser İcadı






Chester A. Beach küçük, yüksek hızlı, az enerji harcayan genel elektrik motorları konusunda bir öncüydü ve az enerji harcayan, "minik beygirgücü" adını verdiği ilk elektrik motorunu 1905'te üretti. Elektrik motorlarının küçülmesi bir dizi yeni aygıtta kullanılmalarını sağladı ve Beach 1910'da patentli ilk elektrikli mutfak mikserini pazarlamak için Fred Osius ve L.H. Hamilton ile birlikte, Hamilton Beach Manifactoring firmasıı kurdu. Bununla birlikte, iki yıl önce Hobart Manifacturing'den Herbert Johnson hamur yoğurmaya harcanan emekten tasarruf için bir fırıncı mikseri tasarlamıştı; çok amaçlı mutfak robotlarının önünü açan da mikserin bu ilk örneği olacaktı.


Hobart Manifacturing 1916'da ABD Deniz Kuvvetleri için üretime başladı. Mikser o kadar popüler oldu ki, 1919'da firma, ev kullanımı için de H-5 Mixer adlı bir modelini Troy Metal Product adlı bir yan şirket üzerinden üretmeye başladı. H-5, kendi sabit ayağı ve karıştırma kabıyla ev kullanımına yönelik ilk mikser; ayrıca çırpıcı ile kasenin "gezegen hareketi" denilen bir özellikle zıt yönlerde döndüğü ilk örnektir. H-5 kısa süre sonra KitchenAid adını aldı; bugün hala güçlü bir markadır. 1930'larda Egmont Arens günümüzde tasarım klasikleri arasında kabul edilen daha küçük, daha zarif, daha hafif bir model tasarladı.


1922'de Stephen J. Poplawski kaseye yukarıdan giren çırpıcı/mikser yerine, kasenin dibinde dönen bir bıçak yerleştirerek ilk blender ı icat etti. Bir sonraki büyük adım 1948'de atıldı. Ken Wood bu tarihte ürettiği mikseri geliştirip 1950'de ilk çokamaçlı mutfak robotuna dönüştürdü: Çırpma, eleme, karıştırma, narenciye sıkma, öğütme, ezme, kıyma, soyma, dilimleme ve doğrama işlevlerini bir arada sunan Kenwood Chef. Modern, çok az yer kaplayan, son derece hafif ve ev tipi gıda işlemcilerin ilk örneği, Pierre Verdun'un 1971'de icat ettiği Magimix idi. Fransa'da büyük bir başarı yakalayamadıysa da, Cuisinart markasıyla ABD'de çok popüler oldu.

Mikroskopun İcadı





“Mikroskop” deyimi, Yunanca “mikro” ve “skop” kelimelerinden meydana gelmiş bileşik bir kelimedir.”Mikro-küçük” “skop”ise “bakıcı,gözleyici” anlamına gelir.Deyimi bütünüyle ele aldığımız zaman, “küçük şeylere bakıcı/ küçük şeyleri gören” anlamı ortaya çıkacaktır. Gerçekten de,bir mikroskop,gözle (çıplak gözle) görülemeyecek kadar küçük şeylerin gözlenip incelenmesi,görülebilmesi amacıyla kullanılır.


Normal olarak, herhangi bir obje (nesne/cisim)göze yaklaştıkça, yakın getirildikçe büyür. Fakat 25-30 santimden fazla yaklaştığında artık netliğini kaybetmeğe başlar.Buna” odak dışı” olma denilir. Gözle aynı obje arasına basit bir yakınsak (içbükey)mercek yerleştirildiği zaman, obje 25-30 santimden daha yakına getirilebilir ve hala “odakta” dır.


Basit bir örnek olarak “büyülteç”i gösterebiliriz.Sıradan “büyülteç”ler, aslında “basit mikroskop” lar olarak kabul edilmelidir. Çok eski zamanlardan beri de bu amaçla kullanılagelmiştir.Ancak, konumuza başlık olan “mikroskobun keşfi”,daha karışık yapıdaki modern mikroskopla ilgilidir.



Bu tür mikroskopda, “büyültme” iki aşamalıdır. “Objektü” diye isimlendirilen mercek,primer (ilk) büyültülmüş görüntüyü verir. Bir de gözle bakılan ve “okular” adı verilen mercek vardır ki, ilk görüntüyü büyültür. Gerçekte, gerek objektif ve gerekse gözle bakılan kısım,birkaç mercekten meydana gelen “mercek gurupları” niteliğindedir.


Sözü edilen mikroskop 1590 ile 1610 yılları arasında keşfedilmiştir. Bunu bulan kesin olarak bilinmemekle beraber, bazı kaynaklar Galileo (Galile)’yi öne sürmektedirler. Bazı kimselere göre de, “mikroskobun babası” Leeuwenhoek adındaki Hollandalı bir bilim adamıdır. Ancak, bu şahıs mikroskobu keşfetmemiş, fakat mikroskopla bir çok keşiflerde bulunmuştur.


Nitekim, pire, bit ve benzeri daha nice küçük yaratığın “yumurtadan geldiği”ni bulan Leemvenhoek’dur.Hayatmprotozoa ve bakteri gibi mikroskobik (çok küçük) formlarını ilk gören de gene bu Hollandalıdır. Leeuwenhoek, kendi mikroskobuyla bütün olarak “kan dolaşımı” nı ilk kez gözlemiştir.


Günümüzde, mikroskobun bilim ve endüstri alanında insan için taşıdığı önem kelimelerle anlatılamayacak ölçüde büyüktür.